Carna Cohen, benim peri kızım…
İşte gelmişti ve bana kalsa Cafe De Monte’de oturan herkes,
onu görünce ayağa kalkmalıydı. Kahvesini istedikten sonra karşıma oturdu. Tüm
alçak gönüllülüğü ile konuşmaya başladı. Ruhumun okşandığını hissediyordum...
“Merhaba, çok bekletmedim ya?”
“Yok hayır, ben biraz erken geldim burayı tanımak için.
Farklı mekanlara alışmam zor oluyor da…”
“İlginç. Yani zor alışıyor olmak… Sanırım bir tek yeni bir
eve çıktığım zaman oluyor bende…”
Yutkundum. Yutkunmamla tüm cümlelerim kayboldu dilimde. Ah,
Carna, ben de yeni bir eve çıktığım zaman alışma zorluğu yaşarım. Ama nereden
bilebilirsin ki, senin yanımda olduğun her yerin benim için bir ev sıcaklığında
olduğunu... Şu ellerin, masanın üzerine koyduğunda her yeri nasıl da
güzelliyor. Masaya ve üzerine koyduğun ellerine baktıkça, annemin çiçek koyduğu
cam önleri geliyor aklıma…
“Huydan çok, kendi kendime oluşturduğum kuruntular bunlar
Carna, bakma sen…”
Bak, Carna. Yüzüme bak. Nasıl da seyiriyor gözlerim…
“Efendim kahveleriniz.” dedi ve masaya ufak bir kapta kuş lokumu bıraktı garson.
“Teşekkürler…”
Carna, kahve fincanını tutup dudaklarına doğru götürdü. Bu
fincan kadar şansım olmalıydı hayatta. Beni de böyle yıkıntılı, amaçsız, tek
düze dünyadan alıp kaldırmalıydı havaya. Dudaklarına götürüp, öpmeliydi ağzımın
kenarından…
“İsmini sadece nüfus cüzdanında gördüm, doğrusu senin
ağzından duymak istiyorum.”
“İsmim… Sahi, hiç söyleme fırsatım olmadı. İsmim İnanç. Pek
hikayesi olan bir isim değil. Bu isim verilirken aile tartışmaları da çıkmamış.
Ben de artık ismimin hikayesini kendim arıyorum. Ve inanacağım o şeyi, bir gün
bulacağım…”
“İnanacak şeylerin varmış aslında. Geleceğe inanıyorsun işte sen.
Umutlara…”
“Bak hiç bu açıdan düşünmemiştim…”
Carna, peri kızım. Açı demişken, bu açıdan ne kadar da güzel
gülümsüyorsun!
“Peki ya, Carna? Bu yabancı kökenli ismin bir hikayesi var
mı?”
“Annem Türk, babam Kanada’lı. Mutlu başlayan bir ilişkinin,
mutlu sanılan meyvesiymişim. Annem genç yaşta Amerika’ya yerleşmiş. Babamla
orada tanışmışlar. İki yıllık bir evlilik, sonrasında ben, Carna Cohen, katil
olarak doğan bir kız çocuğu… Kısacası, annesi ölürken doğanlardanım ben…”
Yıkılmıştım. Bu güzel bedenin içerisinde böylesine derin bir
acı… Annesini tanımıyordum ama ölmeyi hak etmemişti. En azından, böyle bir kız
çocuğunu dünyaya getirdiği için teşekkür etmeliydim ona. Masada duran peçeteyi,
Carna’ya uzatarak konuştum.
“Ben çok üzgünüm. Özür dilerim. Kabuklarını soydum
istemeden. Annen… Huzur içinde uyusun…”
“Özür dilemene gerek yok, nereden bilebilirdin ki? Hem onu
anmış oldum. Ve içimde hala birkaç duygunun kaldığını görmem bana iyi geldi, bu
acı olsa bile… Anlattığım gibi işte, daha sonra da babamla beraber buraya,
İstanbul’a yerleşmişiz. Annemin büyüdüğü yerler, hatıraları, bir sürü şey işte,
bunlarla yaşamak istemiş babam. Lavaboya gitmem gerekiyor, izninle.”
Bir an, onun çektiği acıyı bedenimde hissettim. Tüylerim
diken diken olmuştu, içimde bir cam parçalanmış ve her nefes alışımda biraz
daha batıyordu… Ona soracak daha çok şeyim vardı…
“Biraz daha iyisin ya?”
“İyiyim iyiyim, merak etme. Sen anlat biraz, ne ile
meşgulsün, bir işin var mı?”
“Senaryo yazıyorum ben. Şu “Kırmızı Düş” dizisini yazıyorum.”
“Ne güzel, diziyi hatırlayamadım, televizyonla pek aram
yoktur, izlemem ben.”
“Pek fazla izlenen bir dizi değil, ben de izlemiyorum zaten.
Saçma bir dizi işte. Sen ne iş yapıyorsun?”
“Şu sıralar çalışmıyorum.”
Carna Cohen ile üç saat boyunca Cafe De Monte’nin yuvarlak
masasında karşılıklı oturduk. O anlattı, ben dinledim. Ben anlattım, anlatırken
bile onu dinledim. Gözlerini her kapatışında, elini saçlarına her atışında bir
kuş sesi duyuluyordu sanki. Birden farklı boyutlar kazanıp, zamanın ötesine geçtiğimi
gördüm. Kulaklarım çınlamaya başladı ve her şey çok ağır ilerliyordu. Josephine Foster, I'm A Dreamer şarkısını bir
kez de bizim için söylüyordu ve artık, Carna'nın beni sevmesinden başka bir şey istemiyordum…
“Çok geç olmuş, güzel bir akşamdı ama benim artık eve gitmem
gerekiyor.”
“Güzel bir akşamdı… Seni evine bırakayım…"
“Ben kendim de gidebilirim aslında.”
“Hayır hayır, Taksi!”
“Yürüsek?”
“Peki, yürüyelim.”
Carna ile evine doğru yürümeye başladık. Aklıma, Kafka’nın bir
cümlesi geldi.
“Yanımda yürüyordun
Milena, düşünsene, yanımda yürümüştün.”
Artık, Kafka’yı en iyi anlayan kişi bendim… Carna’nın evine
bir iki sokak kalmıştı. Orta yaşlı sarhoş bir adam önümüzde durdu ve ağzındaki
o leş kokuyla birlikte, birkaç cümle kustu.
“Carna, uzun zamandır yoksun, bu akşam için bir planın var
mı?”
“Carna, kim bu adam,
tanıyor musun?”
“Eski bir aile dostumuz. Uzun zamandır aile ziyaretlerine
katılmıyordum da…”
“Aile dostunum tabii.”
“Müsait değilim katılamayacağım, başka sefere artık. İnanç,
hadi gidelim.”
Carna, telaşlı görünüyordu. Yürümeye devam ettik. Kapısının
önüne geldiğimizde, kaza günü onu evine bırakırken gördüğüm sarışın adam kapıda
bekliyordu.
“Baban sanırım?”
“O mu? Şey, evet babam.”
Babası oldukça sinirli gözüküyordu. Tam durumu izah etmek
için konuşmaya başlayacaktım ki, adam öfkeli bir şekilde konuşmaya başladı.
“Az önceki adamı yine ektin değil mi? Kaç gündür seni
soruyor. Çabuk içeri geç.”
Neye uğradığımı şaşırıp, Carna’ya baktım. Hoşça kal diyerek
hızla içeri girdi. Babası bana doğru baktı, kızımı bir daha rahatsız etme gibi laflar duymayı çok istiyordum. Konuştu.
“Hey genç adam, bu kız bu akşam kaza günü yaptığın iyiliği
sana ödemiştir umarım. Bir daha bu kızı görmek istiyorsan, ödemeyi sen yaparsın!”
Kapı kapandı. Kapıyla beraber avuçlarım da yüzüme kapandı. Yağmur başlamıştı
ve umarım biraz yağmur her şeyi temizlemeye yeterdi…
-7.Bölüm Sonu-
Onur Budak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder