7 Aralık 2013 Cumartesi

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 7

















Carna Cohen, benim peri kızım…
İşte gelmişti ve bana kalsa Cafe De Monte’de oturan herkes, onu görünce ayağa kalkmalıydı. Kahvesini istedikten sonra karşıma oturdu. Tüm alçak gönüllülüğü ile konuşmaya başladı. Ruhumun okşandığını hissediyordum...

“Merhaba, çok bekletmedim ya?”
“Yok hayır, ben biraz erken geldim burayı tanımak için. Farklı mekanlara alışmam zor oluyor da…”
“İlginç. Yani zor alışıyor olmak… Sanırım bir tek yeni bir eve çıktığım zaman oluyor bende…”

Yutkundum. Yutkunmamla tüm cümlelerim kayboldu dilimde. Ah, Carna, ben de yeni bir eve çıktığım zaman alışma zorluğu yaşarım. Ama nereden bilebilirsin ki, senin yanımda olduğun her yerin benim için bir ev sıcaklığında olduğunu... Şu ellerin, masanın üzerine koyduğunda her yeri nasıl da güzelliyor. Masaya ve üzerine koyduğun ellerine baktıkça, annemin çiçek koyduğu cam önleri geliyor aklıma…

“Huydan çok, kendi kendime oluşturduğum kuruntular bunlar Carna, bakma sen…”
Bak, Carna. Yüzüme bak. Nasıl da seyiriyor gözlerim… 
“Efendim kahveleriniz.” dedi ve masaya ufak bir kapta kuş lokumu bıraktı garson.
“Teşekkürler…”

Carna, kahve fincanını tutup dudaklarına doğru götürdü. Bu fincan kadar şansım olmalıydı hayatta. Beni de böyle yıkıntılı, amaçsız, tek düze dünyadan alıp kaldırmalıydı havaya. Dudaklarına götürüp, öpmeliydi ağzımın kenarından…

“İsmini sadece nüfus cüzdanında gördüm, doğrusu senin ağzından duymak istiyorum.”
“İsmim… Sahi, hiç söyleme fırsatım olmadı. İsmim İnanç. Pek hikayesi olan bir isim değil. Bu isim verilirken aile tartışmaları da çıkmamış. Ben de artık ismimin hikayesini kendim arıyorum. Ve inanacağım o şeyi, bir gün bulacağım…”
“İnanacak şeylerin varmış aslında. Geleceğe inanıyorsun işte sen. Umutlara…”
“Bak hiç bu açıdan düşünmemiştim…”
Carna, peri kızım. Açı demişken, bu açıdan ne kadar da güzel gülümsüyorsun!
“Peki ya, Carna? Bu yabancı kökenli ismin bir hikayesi var mı?”
“Annem Türk, babam Kanada’lı. Mutlu başlayan bir ilişkinin, mutlu sanılan meyvesiymişim. Annem genç yaşta Amerika’ya yerleşmiş. Babamla orada tanışmışlar. İki yıllık bir evlilik, sonrasında ben, Carna Cohen, katil olarak doğan bir kız çocuğu… Kısacası, annesi ölürken doğanlardanım ben…”

Yıkılmıştım. Bu güzel bedenin içerisinde böylesine derin bir acı… Annesini tanımıyordum ama ölmeyi hak etmemişti. En azından, böyle bir kız çocuğunu dünyaya getirdiği için teşekkür etmeliydim ona. Masada duran peçeteyi, Carna’ya uzatarak konuştum.

“Ben çok üzgünüm. Özür dilerim. Kabuklarını soydum istemeden. Annen… Huzur içinde uyusun…”
“Özür dilemene gerek yok, nereden bilebilirdin ki? Hem onu anmış oldum. Ve içimde hala birkaç duygunun kaldığını görmem bana iyi geldi, bu acı olsa bile… Anlattığım gibi işte, daha sonra da babamla beraber buraya, İstanbul’a yerleşmişiz. Annemin büyüdüğü yerler, hatıraları, bir sürü şey işte, bunlarla yaşamak istemiş babam. Lavaboya gitmem gerekiyor, izninle.”
Bir an, onun çektiği acıyı bedenimde hissettim. Tüylerim diken diken olmuştu, içimde bir cam parçalanmış ve her nefes alışımda biraz daha batıyordu… Ona soracak daha çok şeyim vardı…

“Biraz daha iyisin ya?”
“İyiyim iyiyim, merak etme. Sen anlat biraz, ne ile meşgulsün, bir işin var mı?”
“Senaryo yazıyorum ben. Şu “Kırmızı Düş” dizisini yazıyorum.”
“Ne güzel, diziyi hatırlayamadım, televizyonla pek aram yoktur, izlemem ben.”
“Pek fazla izlenen bir dizi değil, ben de izlemiyorum zaten. Saçma bir dizi işte. Sen ne iş yapıyorsun?”
“Şu sıralar çalışmıyorum.”

Carna Cohen ile üç saat boyunca Cafe De Monte’nin yuvarlak masasında karşılıklı oturduk. O anlattı, ben dinledim. Ben anlattım, anlatırken bile onu dinledim. Gözlerini her kapatışında, elini saçlarına her atışında bir kuş sesi duyuluyordu sanki. Birden farklı boyutlar kazanıp, zamanın ötesine geçtiğimi gördüm. Kulaklarım çınlamaya başladı ve her şey çok ağır ilerliyordu.  Josephine Foster, I'm A Dreamer şarkısını bir kez de bizim için söylüyordu ve artık, Carna'nın beni sevmesinden başka bir şey istemiyordum…

“Çok geç olmuş, güzel bir akşamdı ama benim artık eve gitmem gerekiyor.”
“Güzel bir akşamdı… Seni evine bırakayım…"
“Ben kendim de gidebilirim aslında.”
“Hayır hayır, Taksi!”
“Yürüsek?”
“Peki, yürüyelim.”

Carna ile evine doğru yürümeye başladık. Aklıma, Kafka’nın bir cümlesi geldi.
“Yanımda yürüyordun Milena, düşünsene, yanımda yürümüştün.”
Artık, Kafka’yı en iyi anlayan kişi bendim… Carna’nın evine bir iki sokak kalmıştı. Orta yaşlı sarhoş bir adam önümüzde durdu ve ağzındaki o leş kokuyla birlikte, birkaç cümle kustu.

“Carna, uzun zamandır yoksun, bu akşam için bir planın var mı?”
 “Carna, kim bu adam, tanıyor musun?”
“Eski bir aile dostumuz. Uzun zamandır aile ziyaretlerine katılmıyordum da…”
“Aile dostunum tabii.”
“Müsait değilim katılamayacağım, başka sefere artık. İnanç, hadi gidelim.”
Carna, telaşlı görünüyordu. Yürümeye devam ettik. Kapısının önüne geldiğimizde, kaza günü onu evine bırakırken gördüğüm sarışın adam kapıda bekliyordu.
“Baban sanırım?”
“O mu? Şey, evet babam.”
Babası oldukça sinirli gözüküyordu. Tam durumu izah etmek için konuşmaya başlayacaktım ki, adam öfkeli bir şekilde konuşmaya başladı.
“Az önceki adamı yine ektin değil mi? Kaç gündür seni soruyor. Çabuk içeri geç.”
Neye uğradığımı şaşırıp, Carna’ya baktım. Hoşça kal diyerek hızla içeri girdi. Babası bana doğru baktı, kızımı bir daha rahatsız etme gibi laflar duymayı çok istiyordum. Konuştu.
“Hey genç adam, bu kız bu akşam kaza günü yaptığın iyiliği sana ödemiştir umarım. Bir daha bu kızı görmek istiyorsan, ödemeyi sen yaparsın!”

Kapı kapandı. Kapıyla beraber avuçlarım da yüzüme kapandı. Yağmur başlamıştı ve umarım biraz yağmur her şeyi temizlemeye yeterdi…

-7.Bölüm Sonu-


Onur Budak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder