Baş ağrısıyla uyandım. Filler gibi içip dağıttığımı ve bu
çağın en kaliteli alkoliği olduğumu hatırlıyorum. Elimde ki sigara, odamın mavi
perdesini tutuşturmak için alabileceği en kırmızı rengi alarak beni ürkütüyor.
Korkuyorum. Kırmızıdan hep korkmuşumdur. İlk kez çocukluğumun boyama
kitaplarında tanıdım kalbi. Müthiş çizgilerden oluşmuştu ve içini kırmızıdan
başka hangi renge boyarsam, abest duracaktı. Boyadım. Yarım sayfalık bir kalp
figüründe, yeni açılmış kırmızı pastel boyamı bitirdim.
O günlerde bir kız vardı, saçlarını annem gibi topladığı
için aşıktım ona. Büyüyecektim ve annem yaşlanıp benimle ilgilenemeyecek hale gelecekti.
İşte o anlarda, benimle o ilgilenecekti. İlgilenmek zorundaydı çünkü saçlarını
annem gibi topluyordu. Çekmeceden kağıtları kesmeye yarayan bir eşya aldım. Adı
makasmış, annem, “at o makası elinden hemen” dediğinde anladım. İsmini
bilmediğim bu eşyanın bir şeyleri kesebileceğini ise babamdan öğrendim.
İşyerinde elinde hep bir makas vardı, makassız gezmiyordu. Bu eşyanın bir
şeyleri kesebileceğini ilk kez babamın bizi terk ettiğinde anladım. Makassız
gezmeyen bir adamdı ve aramızdaki bağları sadece o makasla kesmiş olmalıydı.
Makası elime aldım, biraz sol elimin baş parmağını, biraz da
kalp figürünü kestim. Olmadı. Yenisini boyayıp kesmeye yelteniyordum ki, annesi
onun adını söyledi ve ekledi, “gidiyoruz artık.” Çabuk olmalıydım ve yapacak bir
şeyim yoktu. Kesebildiğim kadar artık diyerek kalbi ona verdim.
Bekledim. Günlerce, haftalarca, aylarca. Anneme o kızın
nerede olduğunu soramıyordum. Sorarsam ona aşık olduğumu sanıp benimle dalga
geçecekti. Hem babamdan öğrenmiştim, erkek adam merak etmez, merak edilirdi.
Babamdan söz açılmışken, söylediği gibi, bizi hiç merak etmemiş, hep biz onu
merak etmiştik. Kız ortalıkta yoktu. Kalbimi alıp gitmişti. O kalbi kırmızıya
boyadığım için gitmişti. Kırmızı onu ürkütmüştü. O günden sonra kırmızıdan hep kaçtım.
Babama kırmızı ne vermiştim de gitmişti diye düşündüm, evet mutlaka bir şey
vermişimdir. Bu durumda o kızda, babamda benim yüzümden gitmişti. Ben, hep kırmızı
yüzünden terk edilmiştim…
Sabah sabah bu kadar geçmişe gitmenin iyi gelmeyeceğini
anladım. Geçmiş bir büyüdür. Yaşanılmış anılarıyla değil, ismiyle,
bilinmezliğiyle büyüler. İnsan, hangi devirde olursa olsun, geçmişi hep özler…
Perdenin tutuşmaması için elimdeki sigarayı atmama gerek yoktu. Çünkü sigara
kullanmıyordum ve hayatım boyunca hiç alkol de kullanmamıştım. Bir an için
böyle sanmıştım. Biraz daha düşünürsem, ışığın yansıması, gölgelerin birbiriyle
çarpışması gibi bilimsel nedenlerle gördüklerimin halüsinasyon olduklarına
inanabilirdim ama bunun için kafa yormaya gerek yoktu. Dün geceki kız geldi
aklıma. O gerçek miydi? Rüya olamazdı. Rüyanın içinde rüya hiç olamazdı. O bir
anıt gibi dikilmişti karşımda. Onun gerçekliğine yemin edebilirdim, çünkü
çillerini unutmam mümkün değildi. Çilleri her noktasından ayrı ayrı öpülmeyi
bekliyordu…
Onu bulmalıydım. Mavi duvar kağıtlarıyla kaplı odamda oturup
onu düşündüm. Bir noktaya uzun süre bakarsanız, gözünüzü çevirdiğiniz her yerde
onu görürsünüz ya, işte o yağmur kokan kızı görüyordum her yerde. Giyindim. Onu
gördüğüm yere gidecektim. Ama akşam olmasını beklemeliydim. Raftan bir kitap
çektim, akşamı onunla beklemeye karar verdim. Akşam oldu. Zaman hızla geçmişti.
Son kez ışığa baktım uzun uzun, ama gözümü çevirdiğim her yerde hala onu
görüyordum. Evden çıktım. Anahtarı evde unuttum, ama bunun önemi yoktu.
Karanlık sokaklardan geçtim. Dar ve içerisinde her pisliği
barındıran sokaklardan. Ve işte köşe başında bir fahişe, yanında bir fahişe
daha, ve bir fahişe de onun yanında. Kadınlar… Çok güzeller.
“Benimle geçireceğin geceden sağ çıkabilir misin ufaklık?”
“Beni tatmin edebilirsen senden para almayacağım.”
-Kahkahalar…
Kendimi bir kız çocuğu gibi hissettim. Dönüp içlerinden
birisini eve götürmeyi planlıyordum. Yanlarına doğru yürümeye başladım.
Ellerimle cebimi yokladım, en azından biri için yeterli param vardı. Yanına
yaklaşıp, yüksek sesle pazarlığa girişecektim. Evet. Tüm şehir pencerede
erkekliğime imrenerek bakacaktı. Konuşmaya başladım.
“Aileniz yok mu? Başka bir işte çalışamıyor musunuz? Bakın
sizi hayat şartları buraya getirmedi, siz durdunuz…”
-Kahkahalar…
Utandım. Bir fahişeye hayat dersi vermeye çalışıyordum ve
tahmin ettiğim gibi tüm şehir penceredeydi, ama herkes utangaçlığıma, bir
fahişeyi bile beceremediğime gülüyordu. Charles Bukowski’nin Van Gogh’a
söyledikleri geldi aklıma. “Van, orospular kulak istemezler, para isterler.”
Evet böyleydi. Onlar para istiyordu, hayat dersi değil.
Utangaçlığımdan bile utanarak yürümeye devam ettim. O kızı bulacaktım. Nefes
nefese kalarak onu dün gece gördüğüm yere geldim. Etrafta kimseler yoktu. Hiç
olmamış mıydı? Olmuştu.
Saat gece yarısına geliyordu. Ben, elinde utangaçlığından
başka bir şeyi olmayan bu genç adam, tüm bu kokmuş dünyanın, fahişelerin,
uyuşturucu satıcılarının ve hırsızların, bir masal gibi yerini çillerinin her
noktası tek tek öpülmeyi bekleyen o kıza dönüşmesini bekliyordum. Ve karşılaştığımızda, beni tüm utangaçlığımla
sevecekti. Sevmek zorundaydı. Çünkü, saçlarını çoktan annem gibi toplamıştı…
Derken bir kapı açıldı. Bir kız, özgürlüğe koşar gibi
fırlamıştı caddeye. Ve üttüğüm çocuklardan kaçtığım anlarda cebimden caddeye
saçılmış misketler geldi aklıma. Tanrım! Onu caddede öyle bırakamazdım,
toplamalıydım! Koştum. Koştum. Koştum. Elimi omzuna uzattım, sayabildiğim
kadarıyla suratında yirmi bir tane çil beni selamlarcasına belirginleşmişti.
Tanrım! İşte bu o kız!
-3. Bölüm Sonu-
Onur Budak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder