27 Aralık 2013 Cuma

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 12

















Sonunda köpek gibi pişman olacağım bir yola çıkmıştım. Bir köpek gibiydim. Onu hastalıklı ağzımla ısıracaktım. İçimdeki zehri ona akıtıp, onu öldürecektim. Bir köpek kadar düşüncesizdim. Zehrimi ona akıttığım zaman, içimde hiç zehir kalmayacak sanıyordum. İyileşeceğimi sanıyordum. Ama hayır, acım daha da büyüyecekti. Kesilmeyi bekleyen kangrenli bir vücut kalacaktı benden geriye. Öldürdüğüm sahibim, Carna Cohen’i, gelmeyeceğini bile bile köpek gibi bekleyecektim bir tren garında. Yağmur yağacaktı ve dindiğinde asla kurumayacak tüy yumağı kalacaktı benden geriye. Bir köpek gibiydim. Onu ısıracaktım ama; siyah beyaz gören gözlerimle onun sarı saçlarını ömür boyu unutmayacaktım…

Hızlandım. Her şey bir an önce yapılsın, geçsin ve bitsin istiyordum. Aniden bastırmış bir sağanak  gibi hızlandım. Su değil, ateş gibiydim. Saatler sonra göremeyecekmişim gibi tüm insanları selamlıyor, geçtiğim her sokağı uzun uzun inceliyordum. Saatler sonra eski İnanç, kalmayacaktı. Bunu bütün şehir bilmeliydi. Onlara bunu anlatmaya çalışan bakışlar yağdırıyordum…

İşte, Carna ile ilk oturduğumuz yer olan, Cafe De Monte’nin önünden geçiyorum. Onunla oturduğumuz kaldırım kıyısı masada bir çift, kadının elleri simsiyah, adamın gözleri gri, masa kirli, anılarım: bulanık, tuzlu ve yosunlu bir deniz gibi. Attığım her adımda anılarımızın tuzlu suyu, yüzümdeki yaralara, kalbimin kırıklarına değip yakıyor… Hemen kulaklarımda çığlık gibi bir ses, artık Cafe De Monte’de Gloomy Sunday çalıyor. Beni gömerken de bu müziği çalın diye söyleniyorum, kimse duymuyor… İşte, onu Mayıs’ın bilmem kaçıncı günü gördüğüm ilk yer. O berbat kaldırımlar, tepesinde kargalar; bodrumunda fareler olan leş binalar, geceleri tek bir yıldız bile görünemeyecek o berbat gökyüzü! İçime çekiyorum pis kokulu havayı, yürüyorum… İşte o kaza yeri. Ona dokunduğum, onunla konuştuğum yer. O akşam olanlar sanki tek perdelik bir oyun gibi tekrar sergileniyor. İleride ona çarpmayıp ağaca vuran kırmızı Mercedes. Bir an önce aşağıya indirip bir güzel benzetmeliyim sahibini. Neden, Carna’yı öldürmediğini sormalıyım! Onu öldürseydin hayatım boyunca içimde yaşatacağım bir peri kızı olacaktı, şimdi sonsuza dek sancısını çekeceğim, soğuğuyla üşüyeceğim bir ceset var önümde! Bir fahişe! –Ah, keşke bir kekeme olsaydım, dilimden bu kadar kolay çıkmasaydı bu kelime… İşte, Carna’nın kapısı. İçeride midesizce paralı herifleri bekleyen kadınlar, aydınlıktan başka her türlü iğrenç çağrışımı yapan kırmızı ışık... İşte tam da burası, haritada “hazin bir sonun, başlangıcı” diye geçecek kapı eşiği…Ve ellerim: savaş çanlarını çalan, ölümü çağıran birer tokmak gibi. Aklım ise tek bir cümlede takılı: Artık hızlıca ölelim…

Dilimde açılmamasını, içeride kimsenin olmamasını isteyen bir duayla kapıyı çaldım. Ama ağzım kirli, kapı da açıktı artık. Karşımda yine orta yaşlı, balık etli, kısa saçlı, çirkin kadın. Ağzında yapmacık bir gülümseme, vücudunun takındığı zorunlu işve ile beraber şehvetli sandığı o pörsümüş sesi:
“Hoş geldin hayatım, içeri gelsene.”
Bu kokmuş nefesten daha az cümle çıkmasını istiyordum. Cep telefonumu çıkarma bahanesiyle, Orkun Abi’nin verdiği tazminat parasının bir kısmını kadına gösterdim. Gözlerine renk gelmişti. Yağlı bir müşteri olduğumu anlayıp, işvesini daha da arttırdı. Onu fazla konuşturmaya niyetim olmadığı için hemen konuya girdim.
“Bir kız lazım.”
“Burada kızdan bol ne var ayol? Gel, kendin beğen istediğini.”
“Hayır. Özel bir şey lazım. Bir kız söyleyeceğim, onu gece yarısı evime yollayacaksın.”
“Kızlarımızı dışarı çıkarmak pek alışık olduğumuz bir şey değil” diyerek, fazla para isteyeceğinin ilk sinyalini bana gönderdi. Sinyali aldım ve konuşmaya devam ettim.
“Özel bir gece. Maddi anlamda bir endişen olmasın.”
“Eh, peki madem. Kimi istiyorsun, gelip seçecek misin?”

Bu cümle bir an için, Carna’nın nasıl bir yolda olduğunu bana tekrar hatırlattı. İlk öğrendiğim an gibi. Bir yıldırım gibi…O güzel ellerin bir mal gibi alınıp satıldığı, bir fiyatının olduğu, sürekli el değiştirdiği… Bu düşünce beni dağıttı. Ama zaten öyle dağılmıştım ki, artık kafamı toplamaya gerek duymuyordum. Konuşmaya devam ettim.
“Hayır. İsmini vereceğim, sen ona özel bir müşterisi olduğunu, yüzüne bir maske takıp vereceğim adrese gelmesini söyleyeceksin. Tek başına gelecek. Ve unutma, maskeyle. Kızın ismi, Carna. Geçenlerde bir müşterisi anlatmıştı, ondan duydum.”
“Tabii. Yeter ki bedelini öde sen.”

Kadına, Carna’nın gecelik bedelini ödedim ve adresi verdim. Ayrılırken elindeki paraya nasıl taptığını görünce bir gün çok güzel diziler yazacağımı ve çok iyi paralar kazanacağımı düşledim. Bir gün bu iğrenç batakhaneyi satın alacak, içeride bir tek bu çirkin kadını çalıştıracaktım. Ama şimdilik eve gidip geceyi beklemek daha gerçekçiydi… Bir taksi çevirdim. Tam binecekken aklıma güzel bir söz geldi: “Yürüsek?” Carna, bu cümleyi söylediğinde gözümde hala bir peri kızıydı. O gün giydiği kırmızı topuklu ayakkabılar, kırmızı uzun çoraplar, dizine kadar ulaşamayan beyaz etek, üzerinde ki beyaz bluz, bluzun üzerine giydiği kırmızı ceket,  kıpkırmızı dudakları ve köprücük kemiğinin hatırına eve kadar yürümeyi tercih ettim…

Hava akşamın ilerlemesiyle birlikte soğumaya başlamıştı. Geceyi düşündükçe kısa süreli titreme nöbetleri geçiriyordum. Eve doğru yürüyordum. Büyük bir şirketin önünden geçtim. İşçilerin çıkış saatine denk gelmiştim, sabahları takındıkları o mutsuz suratlar yerini gülen yüzlere bırakmıştı. Akşamın bu saatlerinde gök kuşağı gibi dikkat çekiciydi yüzleri. Gözlerinin biri mavi, diğeri yeşildi. Her bir göz, çocuklarını temsil ediyor olmalıydı. O kadar masum ve heyecanlıydı. Gitgide büyüyordu. Göz kırpışları o çocukların ne kadar zor yetiştirildiğini anlatır gibi düşüp kalkıyordu. Ama tüm bunlara değerdi. Biraz ileride ise çöp tenekesine yakılmış ateşin etrafında ince kazaklı çocuklar diziliydi. İş yerinden çıkıp evlerine koşanlar, hiç birinin babası değildi. Ne yazıktı… Aynı zaman diliminde akşam olmasına sevinenler de vardı, üzülenlerdi. Çünkü bu dünyada değil kadın erkek, insanlar bile eşit değildi. Eve doğru ilerlemeye devam ettim. Perdesi aralık kalmış giriş katta bulunan bir dairenin önünde durdum. Duvarda bir saat asılıydı. Akrep ve yelkovan hareket etmiyordu. Ama saat doğruydu çünkü: birden on ikiye kadar olan tüm rakamlar akrep ve yelkovanın etrafından toplanıp atılmış, yerlerine “şimdi” yazıları konulmuştu. Akrep ve yelkovan, hiç hareket etmese bile hep şimdiyi gösteriyordu…

Şimdi… Ailesine koşan babalar, babalarına koşan çocuklar, ateşin başına toplanan insanlar, sevgilisinin elini tutup özgürce caddelerde yürüyenler, dans edenler, birbirlerini öldürenler, yeni doğan bebekler, işte şimdi gördüğü genç kadına aşık olan bir adam... Kısacık bir “şimdi” kelimesinin içinde yaşayan milyarlarca hayat…

Evin önüne geldiğimde arkamda tonlarca düşünce bıraktım. Artık düşünmeyecektim. Yıllar boyu sürecek bir pişmanlığın ilk adımlarını atmak üzere eve girdim ve Carna’yı beklemeye başladım. Gece yarısına birkaç saat kalmıştı. Bir şeyler yedim, duşa girdim, müzik dinledim, kitap okudum. Aslında hepsi bir aksesuar gibiydi. Olacakları düşünmemek için oluşturulmuş bir oyundu hepsi. Sadece gözlerimin gözükeceği maskeyi taktım. Kapı çaldı, müzik durdu, perde açıldı, oyun başladı…


Carna, örülmüş saçlarını iki tarafa atmış, omuzları açık, yeşil bir elbiseyle karşımdaydı. Yüzünde sadece gözlerini kapatan kırmızı parlak ve simli bir maske vardı. Maskenin altındaki gözleri tanımasam, gözlerinin çekik olduğuna inanırdım. Elbisesi derin dekolteli, bel kısmı dar, belden aşağısı ise gelinliği andıracak kadar bol bir yapıya sahipti. Sırtında canını yakabilecek kadar sıkı bağlanmış ipler, göğüslerini taşacak kadar dolgun göstermişti. Carna’ya baktıkça, kulağıma Mozart’ın Minuetler’i geliyordu. Elini nazikçe öptüm ve onunla dans etmeye başladım. Her şey çok Fransız’dı. Onun bu kılığa girip tanımadığı bir insanın evine gitmesi midemi bulandırıp, öfkemi arttırmıştı. Her şey çok Fransız’dı, öpücüklerim de öyle olmalıydı…  

-Bölüm Sonu-

Onur Budak

Bu şarkı da 12. bölüm şerefine olsun! http://www.youtube.com/watch?v=Q3Kvu6Kgp88

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder