O gece gözüme uyku girmedi. Önceki geceler nasıl uyuduğumu
hatırlamaya çalıştım, olmadı. İnsan, uykuya dalmadan önceki o son anı asla
hatırlayamaz. Zihnin, düşünceleri silip vücudu yarı ölü hale getirdiği o son anı…
Peki, Carna Cohen, şuan uyuyor muydu? Sürekli onu düşünüyordum. Çıkıp
sokaklarda ıslanmak istedim, ama yağmur yağmıyordu. Sahi istediğimiz şeyler
neden olmaz ki?
Hava soğuk. Kız. Carna. Carna Cohen. Köprücük kemiği. Köprücük
kemiğine uzansam hemen uyurdum… Dore sarısı saçları. Saçlarına tutunup
özgürlüğe sürüklenebilirdim… Kahverengi
çilleri. Çilleri her noktasından öpülmeyi bekliyordu… Dudakları. Yıllar öncesinde köprüden düşürülüp
kırılan ölümsüzlük iksiri, dudaklarına dökülmüş olabilirdi… Mavi gözleri. Gözleri
denizi ikiye bölebilirdi… Elleri. Ellerini uzatsa göğe, gökyüzünden bir yıldızı
aşağı indirebilirdi. Ve gamzeleri. Gamzeleri
büyük bir krateri andırıyordu ve o çukurun içinde yaşayabilirdim… Ölüm
döşeğinde kan ter içinde kalmış bir insan gibi gözlerimi derin bir uykuya kapadım.
Huzurluydum…
“Sunday is gloomy, my
hours are slumberless
Dearest the shadows, i
live with are numberless
Little white flowers, will
never awaken you”
Telefonum, Reszo Seress’in yazdığı bu hırıltılı şarkıyla
beni uyandırmaya çalışıyordu. Önce 1933 yılında Budapeşte’de bir genç, bu şarkıyı
dinledikten sonra kendini vurmuştu. Daha sonra Londra’da bir apartman
dairesinden yükseliyordu Gloomy Sunday. Ve kapı açıldı, bir kadın aşırı dozda
uyuşturucudan çoktan ölmüştü. Bu hırıltılı şarkıyla her uyandığımda aklıma daha
yüzlerce intihar örneği geliyordu. Bu aptal düşüncelerden kurtulmalıydım. Çünkü
artık tutunacak bir dalım, Carna Cohen’im vardı. Carna Cohen...
Kafamı öldürülmüş kuşların tüyünden olmadığı için, sert olan yastığımdan kaldırdım. Lavaboya gittim. Aylar sonra aynaya bakıyordum. Yüzüm bir yerden tanıdık
geliyordu. Esmer tenime dokundum. Yeni doğmuş bir bebeği keşfeder gibiydim.
Çekik gözlerimi uzun uzun seyrettim. Kaşlarım yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuk
gibi, sürekli yerden kaldırılmayı bekliyordu. Dudağım çiğnenmişti ve soğuktan
olsa gerek, çatlamıştı. İki elimle dudağımdaki çatlağı araladım. İçerisine gizlenmiş
acıyı merak ediyordum ki bir iki damla kan merakımı gidermişti bile. Sakallarımı
en son ne zaman kestiğimi düşünmeden elime paslanmış usturayı aldım. Suratıma
biraz sabun sürüp, sakallarımı kesmeye başladım. Carna Cohen’in uzun
bacaklarına kadar inen bir gömlekle benim traş oluşumu izlediğini düşündüm.
Sessiz olmalıydım çünkü çocuğumuz uyuyordu. Onunla bana ait olan minicik bir
nefes… Tanrım! Bu düşlediğim hayat, Sibylle Baier’in şarkıları gibi güzel! Bu
hayat için her şeyimi feda edebilirdim, ama hiçbir şeyim yoktu. Suratıma çarpan
soğuk su ve çalan telefon beni bu düşten uyandırdı. Yüzümü kuruladım, ellerim
ıslak kalmıştı. Arayan Orkun Ünal’dı. Orkun Abi. Yönetmen.
“İnanç naber oğlum?”
“İyiyim abi, senaryoyu yazıyordum ben de. Sen nasılsın?”
“İyiyim İnanç. Senaryo işini hatırlatmak için aradım ben de.
Yeni bölümü çekmeye başlıyoruz. Bir iki güne gönder bölümü.”
“Tamam abi, bitti sayılır zaten.”
Uzun zamandır kimse bana ismimle hitap etmiyordu. İsmimin
güzelliğini yeni yeni keşfediyordum. İsmim, günler önce anlam kazanmıştı. İnanç.
Artık inandığım bir şey vardı… Yirmi yaşında bir genç için imkansız gibi
görülen bir meslek. Yazarlık. Ama utangaçlığıma baktığım her an, bu benim işim
diyordum. İnsanlardan uzak. Karmaşadan uzak. Tek ihtiyacım olan şey
yazabileceğim araç gereçler. Besin kaynağım filmler, diziler, kitaplar.
İzledikçe, okudukça tecrübe ediniyordum. “Yazarlar, tecrübesini başkalarını
gözlemleyerek alan insanlardır ve yaşayamadıklarını yazarlar.” Bunu da bir
filmde duymuştum. Haklıydı.
Yeni bölümü yazmaya başladım. “Kırmızı Düş – 23.Bölüm”
Tek yazabildiğim bu cümle olmuştu. Gözüm saatteydi. Geceyi
bekliyordum. Carna Cohen’i görmeyi. Derken kapı çaldı. Kira günü bir hafta
önceydi ve hala ödememiştim, ev sahibi gelmiş olabilirdi. Ya da Orkun abi.
Senaryoyu hala göndermemiştim ve artık sinirlenmiş miydi? Kapıya yöneldim.
Delikten baktım, kimse gözükmüyordu. Gelen her kimse, evde olmadığıma inanıp
geri dönmüş olmalıydı. İçeri doğru yöneliyordum ki, kapı bir daha çalmaya başladı.
Sinirlenmiştim. Suçlu olsam bile, bir insanı bu kadar rahatsız etmeye kimsenin
hakkı yoktu.
“Kes artık şu kapıyı çalmayı!”
“Şey, ben özür dilerim rahatsız..”
Cümlenin geri kalanını duymadım. Sanki uykuya dalmadan
önceki o son anımı yaşıyordum. Tanrım!
Bu karşımda duran kişi, senin varoluşunun en büyük kanıtlarından biri!
“Ben başkası sandım, bir sürü alacaklı falan işte. Carna…
Düne göre çok iyi görünüyorsun!”
-5. Bölüm Sonu-
Onur Budak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder