5 Aralık 2013 Perşembe

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 5

















O gece gözüme uyku girmedi. Önceki geceler nasıl uyuduğumu hatırlamaya çalıştım, olmadı. İnsan, uykuya dalmadan önceki o son anı asla hatırlayamaz. Zihnin, düşünceleri silip vücudu yarı ölü hale getirdiği o son anı… Peki, Carna Cohen, şuan uyuyor muydu? Sürekli onu düşünüyordum. Çıkıp sokaklarda ıslanmak istedim, ama yağmur yağmıyordu. Sahi istediğimiz şeyler neden olmaz ki?

Hava soğuk. Kız. Carna. Carna Cohen. Köprücük kemiği. Köprücük kemiğine uzansam hemen uyurdum… Dore sarısı saçları. Saçlarına tutunup özgürlüğe sürüklenebilirdim…  Kahverengi çilleri. Çilleri her noktasından öpülmeyi bekliyordu…  Dudakları. Yıllar öncesinde köprüden düşürülüp kırılan ölümsüzlük iksiri, dudaklarına dökülmüş olabilirdi… Mavi gözleri. Gözleri denizi ikiye bölebilirdi… Elleri. Ellerini uzatsa göğe, gökyüzünden bir yıldızı aşağı indirebilirdi.  Ve gamzeleri. Gamzeleri büyük bir krateri andırıyordu ve o çukurun içinde yaşayabilirdim… Ölüm döşeğinde kan ter içinde kalmış bir insan gibi gözlerimi derin bir uykuya kapadım. Huzurluydum…
   
“Sunday is gloomy, my hours are slumberless
Dearest the shadows, i live with are numberless
Little white flowers, will never awaken you”

Telefonum, Reszo Seress’in yazdığı bu hırıltılı şarkıyla beni uyandırmaya çalışıyordu. Önce 1933 yılında Budapeşte’de bir genç, bu şarkıyı dinledikten sonra kendini vurmuştu. Daha sonra Londra’da bir apartman dairesinden yükseliyordu Gloomy Sunday. Ve kapı açıldı, bir kadın aşırı dozda uyuşturucudan çoktan ölmüştü. Bu hırıltılı şarkıyla her uyandığımda aklıma daha yüzlerce intihar örneği geliyordu. Bu aptal düşüncelerden kurtulmalıydım. Çünkü artık tutunacak bir dalım, Carna Cohen’im vardı. Carna Cohen...

Kafamı öldürülmüş kuşların tüyünden olmadığı için, sert olan yastığımdan kaldırdım. Lavaboya gittim. Aylar sonra aynaya bakıyordum. Yüzüm bir yerden tanıdık geliyordu. Esmer tenime dokundum. Yeni doğmuş bir bebeği keşfeder gibiydim. Çekik gözlerimi uzun uzun seyrettim. Kaşlarım yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuk gibi, sürekli yerden kaldırılmayı bekliyordu. Dudağım çiğnenmişti ve soğuktan olsa gerek, çatlamıştı. İki elimle dudağımdaki çatlağı araladım. İçerisine gizlenmiş acıyı merak ediyordum ki bir iki damla kan merakımı gidermişti bile. Sakallarımı en son ne zaman kestiğimi düşünmeden elime paslanmış usturayı aldım. Suratıma biraz sabun sürüp, sakallarımı kesmeye başladım. Carna Cohen’in uzun bacaklarına kadar inen bir gömlekle benim traş oluşumu izlediğini düşündüm. Sessiz olmalıydım çünkü çocuğumuz uyuyordu. Onunla bana ait olan minicik bir nefes… Tanrım! Bu düşlediğim hayat, Sibylle Baier’in şarkıları gibi güzel! Bu hayat için her şeyimi feda edebilirdim, ama hiçbir şeyim yoktu. Suratıma çarpan soğuk su ve çalan telefon beni bu düşten uyandırdı. Yüzümü kuruladım, ellerim ıslak kalmıştı. Arayan Orkun Ünal’dı. Orkun Abi. Yönetmen.

“İnanç naber oğlum?”
“İyiyim abi, senaryoyu yazıyordum ben de. Sen nasılsın?”
“İyiyim İnanç. Senaryo işini hatırlatmak için aradım ben de. Yeni bölümü çekmeye başlıyoruz. Bir iki güne gönder bölümü.”
“Tamam abi, bitti sayılır zaten.”

Uzun zamandır kimse bana ismimle hitap etmiyordu. İsmimin güzelliğini yeni yeni keşfediyordum. İsmim, günler önce anlam kazanmıştı. İnanç. Artık inandığım bir şey vardı… Yirmi yaşında bir genç için imkansız gibi görülen bir meslek. Yazarlık. Ama utangaçlığıma baktığım her an, bu benim işim diyordum. İnsanlardan uzak. Karmaşadan uzak. Tek ihtiyacım olan şey yazabileceğim araç gereçler. Besin kaynağım filmler, diziler, kitaplar. İzledikçe, okudukça tecrübe ediniyordum. “Yazarlar, tecrübesini başkalarını gözlemleyerek alan insanlardır ve yaşayamadıklarını yazarlar.” Bunu da bir filmde duymuştum. Haklıydı.

Yeni bölümü yazmaya başladım. “Kırmızı Düş – 23.Bölüm”

Tek yazabildiğim bu cümle olmuştu. Gözüm saatteydi. Geceyi bekliyordum. Carna Cohen’i görmeyi. Derken kapı çaldı. Kira günü bir hafta önceydi ve hala ödememiştim, ev sahibi gelmiş olabilirdi. Ya da Orkun abi. Senaryoyu hala göndermemiştim ve artık sinirlenmiş miydi? Kapıya yöneldim. Delikten baktım, kimse gözükmüyordu. Gelen her kimse, evde olmadığıma inanıp geri dönmüş olmalıydı. İçeri doğru yöneliyordum ki, kapı bir daha çalmaya başladı. Sinirlenmiştim. Suçlu olsam bile, bir insanı bu kadar rahatsız etmeye kimsenin hakkı yoktu.

“Kes artık şu kapıyı çalmayı!”
“Şey, ben özür dilerim rahatsız..”
Cümlenin geri kalanını duymadım. Sanki uykuya dalmadan önceki o son anımı yaşıyordum.  Tanrım! Bu karşımda duran kişi, senin varoluşunun en büyük kanıtlarından biri!

“Ben başkası sandım, bir sürü alacaklı falan işte. Carna… Düne göre çok iyi görünüyorsun!”

-5. Bölüm Sonu-


Onur Budak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder