O kız caddeye fırladığı an, şehrin tüm pisliği bir bal kabağının içerisine gizlendi ve masalda olduğu gibi her şey inanılmaz bir güzellik kazandı. Şu dar merdivenli apartmanın önünde duran fahişe, birden İngiliz Kraliyet Ailesi’nin düzenlediği bir baloya gidip, Greensleeves eşliğinde dans edecek bir hanımefendiye dönüşmüştü. Caddede yanan kırmızı ışığa aldırmadan hızla gelen Tofaş Şahin, 1975 model kırmızı bir Mercedes olmuştu. Mercedes, bununla kalmayıp hızla caddeye fırlayan kızın üzerine gelmeye başladı. Akıl almaz bir fren sesi eşliğinde direksiyon artık sahibinin kontrolünden çıkıp, kendisini kadere teslim etti. Mercedes’le kız arasında 20 metre kalmıştı ve her şey gittikçe tehlikeli bir hal alıyordu.
Gözlerimi kapattım.
Ve duyduğum sesle, gözlerim yerine kulaklarımı kapatmam gerektiğini anladım.
Tanrım, arkamda duran iki katlı bina çökmüş olmalıydı. Bunun için dua
ediyordum. Gözlerimi açtım. Yerde saçları dore sarısı, kaşları tek tek
yerleştirilmiş ince ve sık, bacakları ve elleri uzun bir kız yatıyordu.
Yanaklarına bakamadım. Orada yirmi bir tane çil görmekten korkuyordum.
Bilincimi koruyup, yanına yaklaştım. Tanrım! Eksiksiz yirmi çil yüzüne ne güzel
dağılmıştı. Bir tane çili düşmüş olmalıydı. Bomboş caddeden, on-on iki kişilik
bir insan grubu doğup, kızın başına gelmişti.
“Ambulansa haber versin birisi!”
“İlk yardım bilen kimse mi yok?”
“Yakınlarına haber verelim!”
Yardım etmeye gelen tüm
insanlar, o an gözümde bir leş kargasına dönüştü. Onu kıskanıyor muydum? Hem de
böyle bir anda? Kendi iç savaşıma bir son verip, kızla ilgilenmeliydim.
Konuştum;
“Açılın, çıkın önümden! Ben erkek arkadaşıyım!”
Tanrım! Ağzımdan çıkan cümleler birer toplu iğne gibi
boğazıma yapışmıştı. O toplu iğneleri çıkarmanın daha çok acı vereceğini
düşünüp, orada kalmalarını sağladım.
“Sevgilisiyim dedim, izin verin!”
Derken gözlerim Kırmızı Mercedes’e takıldı. Bir ağaca
vurmuş, ön bölgesinden hasarlı bir şekilde, masum dumanlar çıkarıyordu. Sevinç
çığlığımı içime gömdüm. Mercedes, kontrolünü kadere bırakmıştı ve kader yönünü
kollarımda duran kız yerine, ağaca çevirmişti. O halde kız neden kendinde
değildi? Çünkü korkmuştu. Bir serçe gibiydi ama serçe gibi kaçmaya
çalışmıyordu. Kollarımda mutluydu. Çillerinden öptüm. Benim güzel, Carna Cohen’im…
Köprücük kemiği gözüküyordu ve bu isim orada yazıyordu. Tanrım… Ne asil bir
isim ama! Carna Cohen! Benim güzel peri kızım…
“Su getirdim, içirin hadi.” Diyerek yaşlı bir kadın yanımıza
yaklaştı.
Avuçlarıma döktüğüm suyu önce Carna’nın suratına sürdüm. Su
avuçlarımda şifa bulmuş olacaktı ki, gözlerini biraz olsun açtı. Gözlerini ilk
defa bu kadar yakından görmüştüm. Denizin ortasından, en temiz yerinden alınıp
yerleştirilmiş bir maviydi ve aynı zamanda güneş gibiydi. Onlara çıplak gözle
uzun süre bakamazdınız…
“Bana ne oldu, neden buradayım?”
“Merak etme, iyisin. Ufak bir kaza atlattın, paniklemiş
olmalısın ki bayıldın.”
Etrafımıza toplanmış herkes, kırmızı Mercedes’in başına
çoktan gitmişti. Yalnız kalmıştık. Mercedes’e tekrar baktım, kırmızı bu defa
avuçlarımın Carna’nın suratına değmesine, onun kollarıma uzanmasına neden
olmuştu. Geçmişim geldi aklıma... Gerçekten o küçük kız beni kırmızı yüzünden mi
terk etmişti? Ya babam? Onu kırmızı mı uzaklaştırmıştı? Eğer tüm bunların
nedeni kırmızı olmuş olsa bile, artık ödeşmiştik.
“Peki sen kimsin?”
“Ben. Günlerdir seni arıyorum, burada bulurum umuduyla
geldim ve o müthiş kaza. Müthiş çünkü, seninle bu sıcacık anları yaşamama sebep
oldu.” Demeyi çok isterdim, ama diyemedim. Her zamanki utangaçlığım, doğruları
söylememe engel oldu.
“Ben biraz hava almaya çıkmıştım ki, o korkunç kazayı
gördüm. Yerde yatıyordun ve yardımına geldim. Hepsi bu…”
“Bir şeyim yok, maalesef ucuz atlattım sanırım. Ah, kolum…”
“Fazla acele etme istersen, bir ambulans geliyor.”
“Gerek yok. Kazayı unut ve ayağa kalkmama yardım et. Eve
gitmem gerek.”
“Nerede oturuyorsun?”
“Hemen şu kırmızı bina…”
Onu kapıya kadar getirdim. Kapıyı yaşlı denilmese de gençte
sayılmayacak, uzun boylu, kısa sarı saçları olan, mavi gözlü ve bir baba olarak
hiç azımsanmayacak kadar yakışıklı birisi açtı.
“Carna! Neredesin sen! Neden bu kadar geç kaldın!”
“Efendim. Ufak bir kaza atlattı, merak etmeyin bir şeyi yok,
sadece bayıldı.”
Oysa adam zaten merak etmiyor gibiydi. Onu kucaklayarak
içeri geçti, kapı aralık kalmıştı. Sırtımı döndüm ve yola koyuldum. Derken adam
seslendi;
“Delikanlı, yardımın için minnettar kalacağım, şu parayı
kabul et.”
Yalan söylüyordu. Minnettar kalmayacaktı.
“Para için yapmadım, ona gerçek sevgi ile bakarsanız,
çillerini göreceksiniz. Ne güzeller değil mi?”
Diyemesem de, parayı kabul edemeyeceğimi söyleyip ayrıldım.
Israr etmedi. Ceplerime baktım, hiç param yoktu. Ama zihnime kazılı bir çift
mavi göz, dore sarısı saçlar, uzun eller, uzun bacaklar, çiller vardı. Ve artık
adresini biliyordum.
Kulaklığımı taktım. Louis Armstrong’a ıslığımla eşlik
ediyordum. “What A Wonderful World” diyordu ve haklıydı; Ne harika bir dünya!
-4.Bölüm Sonu-
Onur Budak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder