Başını taşıyamayan bir vücudun içinde uyandım. Gözlerimi
siyah bir is kaplamış gibiydi. Duvarda ki maviyi göremiyordum mesela. Birisi
ışıkları söndürüp, perdeyi kapatarak tüm oyunu bitirmişti. Her şey büyüsüzdü.
Her şey eski ve küflüydü. Evden iğrenç bir koku yükseliyordu. Biraz daha
uyuyup kokuyu yok etmeye çalışmasam, apartmanda yaşayan insanlar evime girip
ölü buldukları bedenimi büyük bir zevkle, evlerinde besledikleri kedilerine
açtıracakları bok çukuruna gömebilirlerdi. Zaten bir kedi dışkısından başka
neyin yanına yakışabilirdi benim cesedim, yaşayan bedenim bile yalnızken?
Burnumun takip ettiği koku beni mutfakta birikmiş çöp
yığınının yanına götürdü. Çöp poşetlerini yerinden kaldırdığımda yüzlerce
kurtçuğun kıvrandığını gördüm. Adeta toplu halde Meksika dalgası yapıyor
gibiydiler. Onları bir süre yakından izledikten sonra soyunup banyoya gittim.
Vücudumda iyi ya da kötü hiçbir hareket yoktu. Gidecek yerim, yapacak işim,
sevişecek insanım… Bir süre vücut hatlarımı izledim. Vücudunu ve cinselliğini
keşfetmeye çalışan küçük çocuklar gibiydim. Ah, Carna Cohen! Ama ben seni
unutacağım. Bu adını son anışımdı… Kurtçukların eğlenceli dünyasına bir süre
karışmama kararı alıp duşa girdim. Düşünmeye değer hiçbir şeyim olmadığı için
cipa hastalarını düşünmeye başladım. Belki onlar bir fahişeye aşık olup,
işinden kovulamazdı. Ama ben onların dünyasına çok rahat giriş yapabilirdim.
Suyun ısı derecesini sona getirdim. Dumanlar hızla yükselip aynaya ulaştı ve
yansıyan suretimi kaybetti. Zaten şartlar ne olursa olsun ilk kaybolan hep ben
olurum. Suyun ısısı hızla yükselmeye devam ediyordu. Duş başlığından gelen su
ile vücudumdan akan ter damlacıklarını ayırt edebiliyordum. Su sanki kaynama
noktasına ulaşmış gibiydi. Artık daha az nefes alabiliyordum. Canım acımaya
başlamıştı. Ah, Carna Cohen! Ama ben seni unutacağım. Bu adını son anışımdı…
Artık vücudum suyun sıcaklığını hissetmeyecek kadar solgun bir vaziyet almaya
başlamıştı. Derimin buruşmaya başladığını görüyordum. Nefesimi tuttum. Birkaç
saniye sonra kendimi banyo zemininde sırt üstü yatarken buldum. Vücudumdan
tepki almayı sonunda başarmıştım. Evet, artık onlar gibiydim. Tanrım! Bana
bahşettiğin bu vücut artık bir kurtçuk gibi!
Bir insanın canı fiziki olarak nasıl yanabilir ki? Ne
kadar yanabilir? Vurup kırarlar, acıtırlar, yaralarlar. Bu yaralar sonunda
elbet kapanır… Ama ya şuram? Şu küçücük kalbimde ki ağrı, boğazımda ki düğüm,
içimde yarım kalan heyecan, seni tanıdığım anda kesilen nefesim… Ya bunlar
nasıl geçer? Ah, Carna Cohen! Ama ben seni unutacağım. Bu adını son anışımdı…
Toparlandım. Dün gece olanlar geldi aklıma. Evime getirdiğim
o fahişe. Parasını ödeyeceğim bir fahişe bile beni terk etmişti! Tüm bu
olanları ve Carna’yı düşündükçe çılgına dönmeye başlıyordum. Giyinip
kurulandım. Televizyonun üzerinde ki fanusun içinde biraz rakı ve balık vardı. Dibi
boylamış balıklar. Onları ben öldürmemiştim, boğulmuşlardı. Bu yalana
inandıktan sonra artık yapacak bir şeyler bulma zamanının geldiğini anladım.
Orkun Abi geldi aklıma. Hala bir süre daha yetecek kadar param vardı ama yeni
senaristin çalışmalarını merak ediyor ve bir göz atmak istiyordum. Acaba o boktan
diziyi daha fazla bok edebilecek kabiliyeti var mıydı?
Üzerime montumu giydim ve atkımı bir idam mahkumuna
bağlanmış ip gibi bağlayarak evden çıktım. Hava
açık ama soğuktu. Carna gibi. Güzel görünümlü orospu! “Onu bir daha aklıma
getirmeyeceğim! Bu sondu!” dedikten sonra bir taksi çevirdim. Yürürsem soğuktan
parmaklarım sızlayacaktı. Taksici BCA yapımın binasına doğru sürmeye başladı.
“İçeride sigara içebiliyor muyuz?” diye sordum ona.
“Sıkıntı yok abi, kendi araban gibi.” Dedi.
Yola devam ettik. Sigara yakmamı bekliyordu ama
kullanmıyordum. Sanırım biraz garipsemiş olacak ki yol boyunca ağzını açmadı.
BCA yapımın önünde durdu. Taksicilerin en sevdiği kısma gelmiştik. Konuşmaya
başladık.
“Borcum ne kadar?”
“10 lira versen tamamdır abi”
“Kendi arabanmış gibi demiştin, ben kendi arabamdan inerken
para vermiyorum ama?”
“Laf icabı abi o, paran varsa 10 lira; yoksa canın sağ
olsun.”
“Bu seferlik canım sağ olsun o zaman.” Dedim ve para
vermeden indim. Şaşırmıştı. Gaza bastıktan sonra edeceği küfürler kulaklarımı
çınlatacaktı. Öyle de oldu. Birisi arkamdan konuşuyordu. Annem hep böyle derdi
o ipek gibi sesiyle. Ama bu sefer durum farklıydı. Birisi gerçekten arkamdan
sesleniyordu.
“İnanç Bey…”
“Bana mı seslendiniz?”
Arkamı döndüğümde sesin neredeyse benden uzun boylu, sarı saçlı, aylarca
morgda kalmışçasına beyaz bir tene sahip, dudakları vişne çürüğüne boyanmış,
vücut hatları oldukça gergin bir kızdan geldiğini anladım. Erkeksi bir yüzü
vardı. Burnu şu Piyanist filminin başrol oyuncusu Adrien Brody’nin gibi erkeksi
ve kabaydı. Bir süre öyle bir burnun bir insana nasıl bu kadar çok yakışabileceğini
anlamaya çalıştım. Olmuyordu. Nostalji plak kayıtlarından gelmişçesine bir sesi
vardı ve konuşmaya devam ediyordu.
“Orkun Bey kahvaltı için şirketten ayrıldı. Sizi de oraya
çağırmamı söyledi.”
“Telefon etseydi keşke.”
“Telefonunuz kapalıydı.”
Gerçekten kapanmıştı. Teknolojiye bir türlü ayak uyduramayan
bir insandım.
“Ah! Kapanmış, hiç haberim yok. Boşuna yorduk sizi. Peki siz
kimsiniz?”
“Rica ederim. Orkun Bey’in asistanıyım ben. İsmim, Esin.”
Çok güzel bir ismi vardı. Art arda gelen dört harf
birbiriyle müthiş uyum sağlamıştı.
“Memnun oldum, Esin Hanım. Ben de bildiğiniz gibi, İnanç”
“Çok memnun oldum.
Buyurun, gidelim isterseniz.” Dedi ve eliyle hemen on metre ileride duran son
model Mersoyu gösterdi. Göstermekten çok sunar gibiydi.
Sunumu kabul edip
arabaya bindim. Yanıma oturdu. Yol boyunca yüzüne taktığı ciddiyet maskesini
hiç düşürmedi. Onun hiç kahkaha atmadığını, hiç sevişmediğini düşünüyordum.
Sonunda kahvaltı edilecek mekana gelmiştik. Emirgan korusu yakınlarında,
laubaliliğe yeri olmayan, sevgililerden çok iş adamları ve iş kadınlarının
geldiği bir mekandı. Denize manzarası vardı. Orkun Abi beni görünce ayağı kalktı. Böyle bir mekanın
ciddiyetine yakışır resmi bir kucaklaşma merasiminden sonra karşısındaki
sandalyeye oturdum. Asistanı da yanına. Orkun Abi konuşmaya başladı.
“Oğlum, şirketin içi manyak bir hal aldı. Holdinge döndük.
Her şey çok resmi. Orada görüşmeyelim artık, siktir et.”
Orkun Abi’nin bu cümlesinden sonra önce ona, sonra Esin
Hanım’a baktım. Gözlerimle “Abi masada bayan var, ayıp oluyor” demek istedim.
Orkun Abi dediğimi anladı. Gözleriyle bir şeyler ima edeceğini beklediğim an, o
konuşmayı seçti.
“Esin yabancı değil oğlum. Çok iyi kızdır. Bakma ciddi
hallerine. Dedim ya gerek şirket, gerek muhatap olduğumuz adamlar çok resmi
artık.”
Şaşkınlıkla Esin Hanım’a, daha doğrusu Esin’e baktım.
Gülümsüyordu. Demek sevişiyordu da…
“Abi ne bileyim, belli zaten bir kurumsallaşma almış başını
gitmiş. Mersolar, kahvaltı yaptığımız bu yer falan. Şirkette çocuklara iki
simit aldırırdık önceden. Şimdi baksana durumlara…”
“Oğlum geçen söylediğim gibi işte. Yeni kanal, daha büyük
proje. Dizi aldı başını gidiyor.”
Ellerimle buralara kadar getirdiğim o boktan dizinin böyle
şaşalı bir ortam yaratmış olması beni hem şaşırtmış, hem üzmüştü. Boktan desem
bile o dizi bana aitti. Karakterleri benimdi. Ama artık büyümüş ve benim boyumu
geçmişti.
“Ne güzel. Yeni senarist nasıl Abi? İşini yapıyor herhalde,
bu durumlardaysa dizi…”
“Müthiş yapıyor işini. O kadar saçma şeyler yazıyor ki, cuk
diye oturuyor bu asalak izleyici topluluğuna. Pembe dizi gibi olduk artık. Ama
ben parama bakarım, umurumda değil dizi.“
“En iyisi tabii.” Dedim ve Orkun Abi’ye kahvaltısını etmesi
için biraz zaman vermek için konuşmayı bıraktım. Esin’le biz de birer
kahvaltı tabağı söyledik. Tabaklar masaya koyulduğu an ortamın sessizliği Orkun
Abi’nin telefonuyla bozuldu. Özel bir görüşme olmalıydı ki, Orkun Abi masadan
kalkmıştı. Bu Esin’le baş başa kaldığımız ilk andı. Beyaz teninin içinde ne
kadar kir olduğunu merak ediyordum. Carna kadar kirli miydi mesela? Ah, Carna!
Orkun Abi masaya döndü. Onu masadan kalkması için çekiştiren
görünmez bir güç vardı. Bir yandan toparlanmaya başlarken, bir yandan bizimle
konuşuyordu.
“İnanç, Esin, benim acil kalkmam gerek. Şahsi bir mesele var
da.”
“Kalkalım o halde.” Diye söze girdi Esin. Orkun Abi:
“Yok yok, kahvaltınızı yapın siz, ben ararım Esin seni.
İnanç, konuşuruz oğlum tekrar. Hadi afiyet olsun” diyerek hızla mekandan ayrıldı.
Esin’le bir süre birbirimize bakıp güldük. Hayatıma, Carna
girmiş olmasaydı bu kıza şuan aşık olabilirdim. Evet, sırf gülüşü için.
“Hadi, kahvaltımızı edelim biz.” Diyerek söze girdim. Beni
onaylayan bir gülümseme daha attı, Esin. Bir yandan kahvaltımızı ederken, bir
yandan birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. Aynı masada kahvaltı eden insanlar
birbirini az da olsa tanımalıdır. Konuşuyorduk.
“Kırmızı Düş’ü sen yazıyormuşsun sanırım. Bu arada sen dedim
ama…”
“Orkun Abi’nin dediği gibi. Ciddiyet o şirkette kalsın. Ben
de sana Hanım derken çok rahatsız oluyordum. Evet, ben yazıyordum diziyi. Ama
şartlar falan. Durumlar böyle gelişti…”
“Şartlar. Hep gelişirler. Gelişen ve gelişmekte olan her şey
iyi olmak zorunda değildir tabii. Ne ülkeler var gelişmiş ve gelişmekte olan!”
“Güne sosyal mesajla başlıyoruz desene.”
Gülüştük…
Esin, hayatıma güzel bir tesadüf olarak girmişti. Zaten onun
olduğu her yerde güzellik hep olmalıydı. Onunla oturduğumuz kahvaltı sofrasında
öğle yemeklerini sipariş etmiştik. Sohbetin tadı öyle güzeldi ki, sanki bize
akşam yemeğine kalın diye ısrar eden bir güç vardı ortada. Esin, yirmi üç yaşındaydı.
Orkun Abi’nin yanına bitirdiği Radyo ve
Televizyonculuk bölümünün stajını yapmak için gelmişti. Gelirken kafasında güzel
hayalleri olan ama bir asistan olarak görev yapan genç bir kız… Ailesi doğduğu
şehirde, Antalya’da yaşıyordu. O ise İstanbul’da punkçı ev arkadaşıyla
kalıyordu. Gelişinin ilk aylarında ev arkadaşının etkisinde kalıp saçlarını
kırmızı ve yeşile boyayıp dilinde bir piercing ile gezecek kadar yeniliğe
açıktı. Kısa zamanda, sarhoş olup, Beyoğlu’nun arka sokaklarında sabahlara kadar
sızıp kalacak kadar cesur olduğu anılar biriktirmişti. Şuan karşımda bir iş
kadını gibi giyinen, Esin’in daha nasıl kişilik karmaşaları yaşamış olduğunu
merak ediyordum. Benimle paylaşacak çok anısı vardı. Benimse anı biriktirecek
çok az zamanım vardı. Bunu seziyordum…
Esin’le müthiş derecede ciddi suratlarla girdiğimiz
mekandan, neredeyse sarmaş dolaş çıkıyorduk. İyi birer arkadaş olmuştuk. Kısa
süreli bir veda yaşayacaktık ve birbirimize birkaç şey söylemeliydik. Konuşmaya
başlayan ben oldum.
“Keşke daha önce tanısaymışım seni.”
“Daha önce mi? Ne kadar daha önce? Kesin bir zaman diliminiz
var mı bay emekli senarist?”
“Carna Cohen! Carna Cohen’i tanımadan önce. Onu yağmur
altında görmeden, o trafik kazası olmadan, cüzdanımı getirmek için
evime geldiği o günden, ellerinin, Cafe De Monte’nin beyaz masalarına
o kadar güzel yakıştığını görmeden önce. Evinin önünde ona fahişe olduğunu
sorduğumda, bana hayır demediği andan çok daha önce. Carna Cohen’den önce işte,
Esin!” dememek için kendimi çok zor tutuyordum. İki elimi yumruk yapıp sıktım. Acıyı
bir kez daha avuçlarıma sıkıştırmıştım. Konuştum.
“Ne bileyim, önce işte. Çok zaman önce. Her neyse işte… Ne
zaman görüşürüz bir daha ki sefere? Telefon numaranı versene.”
“Telefon numarası mı? Güldürme beni. Telefonuna bakmıyorsun
sen. Adresini ver, ben uğrarım hep.”
Yine şaşırtmıştı beni. Doğallığına hayrandım. Güzel
arkadaşım… Adresimi verdim ve ayrıldık. Eve doğru gidecektim ki, istiklal
caddesinde yürürken majestic’in önünde durdum. Majestic zaman zaman eski kült
filmleri de veren, müşteri profili sevişmek için gelen çiftler olan bir
sinemaydı. Noviembre’nin afişini görünce durdum. Saate dörttü. Film bir saat
sonra gösterilecekti. İçeri girip aptal bir dergi okurken bir nescafe söyledim.
Derginin sayfalarında geçiş yaparken aklıma Carna Cohen’den başka bir şey
gelmiyordu. Düşündükçe ona olan nefretim artıyordu.
“3 numaralı salonumuzda gösterilecek olan filmimiz, başlamak
üzeredir.” Anonsunu duyunca kalktım ve salona girdim. Bu filmi her izleyişimde
cesaretlenmişimdir. Emindim. Bu izleyişimde edineceğim cesaret, Carna’yı
paramla evime getirmeme yetecekti… Film bitti, ışıklar yandı, içimdeki titreme
derin bir heyecana dönüştü. Carna’nın evine doğru gitmeye çoktan başlamıştım…
-Bölüm Sonu-
Onur Budak
-Bölüm Sonu-
Onur Budak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder