5 Aralık 2013 Perşembe

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 6

















Hayalle gerçek arasında büyük gelgitler yaşadım. Sabah aynaya yansıyan yüz gibi, her şeyin suratıma çarpan soğuk bir su ya da adice çalan bir telefonla silinebileceğini düşündüm. Ama benimle konuşmuştu. O ince ve mahcup olduğu kadar, kadınsı ve şehvetli sesi kulaklarıma dolmaya devam ediyordu işte!

“Evet dün. Dün gece… O kadar dikkatsiz çıkmamalıydım sokağa. Ama meraklanacak bir şeyim yok, eskisi kadar iyiyim.”

Eskisi. Eski. Bir an için, bu kelime kaya gibi üzerime yuvarlandı. Bir gün, birilerine benden de eski diye bahsedecek miydi? Eskimeyecektim. Bunun için kendime söz verdim. Peki ya eskiden kastı neydi? Eskiden nasıldı? Nerede, kiminleydi? Carna Cohen. Yüzünün tüm hatlarını bilip, içini zerre kadar tanımadığım peri kızı… Carna, konuşma sırasının bana geldiğini anlatmak için, kafasını zekice aşağı indirip, kaşlarını yukarı kaldırdı. Dudakları büzülmüştü. Konuştum.

“Çok sevindim. Kaza işte, geldi geçti. Adresimi nereden buldun?”
“Biraz teşekkürün yanında, bir de cüzdanını getirmek için buradayım.”
“Cüzdanım?”
Arka cebim gerçekten boştu.
“Evet, ben de nerede düşürdüm diye meraklanmıştım. Numaram bir kağıtta yazılıydı, arasaydın gelip alırdım, zahmet ettin.”
“Beni eve bıraktıktan sonra düşürmüşsün. Arkandan seslenmişler ama duymamışsın. Dünkü yardımından sonra kendim getirmek istedim. Carna dedin, ismimi nereden biliyorsun?”
“Köprücük kemiklerin…”
Sağ eliyle köprücük kemiğinde ki dövmeyi yokladı.
“Evet, nasıl da unutmuşum.”
“Carna, içeri gelmek istemez misin?”
“Benim yapacak birkaç işim var. Ama saat sekiz gibi sen de uygun olursan, Cafe De Monte diye şirin bir yer var, evine yürüme mesafesinde sayılır ve kahveleri çok iyidir, orada buluşabiliriz.”
“Akşam sekiz… Peki, orada görüşmek üzere…”

Bu kendinden emin tavırlarıyla konuşan kişi ben miydim? Akşam sekiz. Cüzdanıma baktım. Uğur için tuttuğum iki liradan başka param yoktu. Düşünmeye başladım. Saat öğlen ikiydi. Dizi geldi aklıma. Bir bölümü bitirmem yaklaşık dört günümü alıyordu. Önümde, hali hazırda atılmış bir başlık dışında hiçbir şey yoktu. Ama artık bitirmem için bir gerekçe vardı.

Çalışma odama geçtim. Bu oda aynı zamanda salonum ve mutfağımdı. Aslında bakarsanız, evimin tek odası buydu. 1974 yılına ait bir plağa uzandım. Üzerinde "Yanımda Olsa" ve "İstersen" yazılı bir 45'lik. İğneyi pikabın ortalarına doğru nazikçe bırakıp masama geçtim. Ayten Alpman, tüm büyüsüyle "Al götür beni çok uzaklara..." diyordu ve Carna Cohen, beni gerçekten oturduğum masadan uzaklara, çok uzaklara götürmüştü...

“Kırmızı Düş – 23.Bölüm”
Müthiş bir hızla yazıyordum. Dizideki kızın sahnelerine tekrar bakmam gerekiyordu çünkü yanlışlıkla Carna’yı anlatıyor olabilirdim. Parmaklarım acıyordu. Saate baktım, dörde geliyordu. Ve nihayet o beklenen cümle, “23. Bölüm sonu.” İnsanlar gerçekten diğer bölümü merakla bekleyecekti. Ama ben, zerre kadar merak etmiyordum çünkü berbat bir diziydi. Aşk, ihanet, yasaklar. Bu dizinin senaryosunu yazmak, bir fırında hamallık yapmaktan farklı değildi. İkisi de, sadece beden gücü gerektiriyordu. Düşüncelerimin hiçbir önemi yoktu çünkü benim düşünerek yazacağım hiçbir şey tutmazdı.

Orkun Abi’yi aradım. Senaryoyu saat beş gibi şirkete getirmem konusunda anlaştık. Üzerime bir mont alıp evden çıktım. Uğur olarak cüzdanımda tuttuğum iki lirayla simit aldım. Bugüne kadar o iki liranın hiç uğur getirdiğini görmediğim gibi, kullanınca daha çok işe yaradığını anladım. Tabelada BCA YAPIM yazan binanın önüne geldim. Carna Cohen hayatıma girmese, BCA’nın açılımını merak ederdim. Ama o, vardı ve kafam çok daha farklı şeylerle meşguldü. Ne giyecektim, ne konuşacaktım, ya ona aşık olduğum?

“İnanç, buradayım oğlum gel.”
“Abi boş bir zamanımızda şu BCA’nın açılımını bir anlat bana.”
“Oğlum, işte B…”
“Abi çok boş bir zamanımızda…”
“Tamam ulan tamam. Ver hadi senaryoyu.”
“Al abi. Biraz acelem var, muhasebe kaçıncı kattaydı?”
“İnanç, ben konuştum muhasebeyle. Kanaldan parayı alamamışlar daha, bir haftaya kadar hallederler o işi, ararım ben seni.”
“Abi çok ihtiyacım vardı…”
“Benim de ihtiyacım var oğlum. Bir sürü ödeme var bak görüyorsun.”
“Tamam abi tamam. Konuşuruz para işini tekrar. Mümkünse biraz öncelikli davran benim mevzuya. Cüzdanımdaki iki liralık uğur paramı da harcadım.”
“Tamam oğlum. Diğer bölümü bırakmaya gelirsin bir hafta sonra, paranı da alırsın muhasebeden.”

BCA’dan koşarak çıktım. Tabelaya yüzümü dönüp küfür ettim. Orkun Abi’yi seviyordum ama Carna çok güzeldi. Eve doğru koştum.  Çabucak içeri girdim. Saat yedi olmuştu. Bir yerlerden para bulmam gerekiyordu... Üzerimi değiştirdim. Siyah bir pantolon, siyah uzun kollu bir tişört, siyah ayakkabılar, siyah bir mont. Siyah ciddiyet demekmiş, bunu da annemden öğrendim!

Evden çıktım. Yanımda Ayten Alpman'ın 45'liği vardı. Geçen ay iki sokak aşağıdaki antikacıda görmüştüm Ayten Alpman plaklarını. Elimdeki 45'lik, antikacıda yoktu ama artık olmalıydı. Islak bir ıslıkla çaldım Ayten Alpman'ın şarkısını. Ondan böyle özür diliyordum. Antikacıya girdim, plağa tahmin ettiğim gibi talip oldu. 

"100 Lira verebilirim." 
"Koskoca Ayten Alpman'a mı? Hakaretiniz sizde kalsın, plak bende."

Blöfümü tabii ki yemişti. Bir gün bu 45'lik için geri döneceğimi söyleyip, antikacıdan aldığım 150 lirayla, Carna ile buluşacağımız kafeye doğru yola çıktım. Cafe De Monte... Yıllar sonra önünden geçerken, çocuklarıma “anneniz ile ilk burada buluştuk” diyeceğim mekan. On dakikalık yürüme mesafesinden sonra kapısında durduğum şirin yer... Neden bilmem, buraya bakınca aklıma Paris’in şirin kafeleri geldi. Kaldırımlara atılmış yuvarlak masalarında dünyaca ünlü yazarları konuk eden kafeler. Mesela Café De Flore! 

Kaldırımda bulunan bir masaya oturdum. Ufak beyaz masaya baktım, Carna’nın elleri masaya çok yakışacaktı. Bir kahve söyledim. Cafe De Monte’de, Glen Hansard çalmaya başladı. Garson tam uzaklaşıyordu ki; o ince ve mahcup olduğu kadar, kadınsı ve şehvetli ses üzerime doğru gelmeye başladı, teslim olmaya çoktan hazırdım… Kırmızı topuklu ayakkabılar, kırmızı uzun çoraplar ve henüz dizine kadar ulaşamayan beyaz bir etek. Üzerinde ki beyaz bluz ise, köprücük kemiklerine haksızlık yapıp onları kapatmıştı. Bluzun üzerine giydiği kırmızı cekete baktım, beni o renkle bir kez daha barışmaya yetmişti. Karşımda duran kıpkırmızı dudakların bir çizim olduğunu düşünüyordum ki, çizim birden boyut kazandı ve kıpırdayıp aralanmaya başladı.

“Ben de şekerli bir kahve alabilir miyim?”

-Bölüm Sonu-

Onur Budak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder