Hayalle gerçek arasında büyük gelgitler yaşadım. Sabah
aynaya yansıyan yüz gibi, her şeyin suratıma çarpan soğuk bir su ya da adice
çalan bir telefonla silinebileceğini düşündüm. Ama benimle konuşmuştu. O ince
ve mahcup olduğu kadar, kadınsı ve şehvetli sesi kulaklarıma dolmaya devam
ediyordu işte!
“Evet dün. Dün gece… O kadar dikkatsiz çıkmamalıydım
sokağa. Ama meraklanacak bir şeyim yok, eskisi kadar iyiyim.”
Eskisi. Eski. Bir an için, bu kelime kaya gibi üzerime
yuvarlandı. Bir gün, birilerine benden de eski diye bahsedecek miydi?
Eskimeyecektim. Bunun için kendime söz verdim. Peki ya eskiden kastı neydi?
Eskiden nasıldı? Nerede, kiminleydi? Carna Cohen. Yüzünün tüm hatlarını bilip,
içini zerre kadar tanımadığım peri kızı… Carna, konuşma sırasının bana geldiğini anlatmak
için, kafasını zekice aşağı indirip, kaşlarını yukarı kaldırdı. Dudakları
büzülmüştü. Konuştum.
“Çok sevindim. Kaza işte, geldi geçti. Adresimi nereden
buldun?”
“Biraz teşekkürün yanında, bir de cüzdanını getirmek için
buradayım.”
“Cüzdanım?”
Arka cebim gerçekten boştu.
“Evet, ben de nerede düşürdüm diye meraklanmıştım. Numaram
bir kağıtta yazılıydı, arasaydın gelip alırdım, zahmet ettin.”
“Beni eve bıraktıktan sonra düşürmüşsün. Arkandan
seslenmişler ama duymamışsın. Dünkü yardımından sonra kendim getirmek istedim. Carna dedin, ismimi nereden biliyorsun?”
“Köprücük kemiklerin…”
Sağ eliyle köprücük kemiğinde ki dövmeyi yokladı.
“Evet, nasıl da unutmuşum.”
“Carna, içeri gelmek istemez misin?”
“Benim yapacak birkaç işim var. Ama saat sekiz gibi sen de
uygun olursan, Cafe De Monte diye şirin bir yer var, evine yürüme mesafesinde
sayılır ve kahveleri çok iyidir, orada buluşabiliriz.”
“Akşam sekiz… Peki, orada görüşmek üzere…”
Bu kendinden emin tavırlarıyla konuşan kişi ben miydim?
Akşam sekiz. Cüzdanıma baktım. Uğur için tuttuğum iki liradan başka param
yoktu. Düşünmeye başladım. Saat öğlen ikiydi. Dizi geldi aklıma. Bir bölümü
bitirmem yaklaşık dört günümü alıyordu. Önümde, hali hazırda atılmış bir başlık
dışında hiçbir şey yoktu. Ama artık bitirmem için bir gerekçe vardı.
Çalışma odama geçtim. Bu oda aynı zamanda salonum ve
mutfağımdı. Aslında bakarsanız, evimin tek odası buydu. 1974 yılına ait bir
plağa uzandım. Üzerinde "Yanımda Olsa" ve "İstersen" yazılı
bir 45'lik. İğneyi pikabın ortalarına doğru nazikçe bırakıp masama geçtim.
Ayten Alpman, tüm büyüsüyle "Al götür beni çok uzaklara..." diyordu
ve Carna Cohen, beni gerçekten oturduğum masadan uzaklara, çok uzaklara
götürmüştü...
“Kırmızı Düş – 23.Bölüm”
Müthiş bir hızla yazıyordum. Dizideki kızın sahnelerine
tekrar bakmam gerekiyordu çünkü yanlışlıkla Carna’yı anlatıyor olabilirdim. Parmaklarım
acıyordu. Saate baktım, dörde geliyordu. Ve nihayet o beklenen cümle, “23. Bölüm
sonu.” İnsanlar gerçekten diğer bölümü merakla bekleyecekti. Ama ben, zerre
kadar merak etmiyordum çünkü berbat bir diziydi. Aşk, ihanet, yasaklar. Bu
dizinin senaryosunu yazmak, bir fırında hamallık yapmaktan farklı değildi.
İkisi de, sadece beden gücü gerektiriyordu. Düşüncelerimin hiçbir önemi yoktu
çünkü benim düşünerek yazacağım hiçbir şey tutmazdı.
Orkun Abi’yi aradım. Senaryoyu saat beş gibi şirkete
getirmem konusunda anlaştık. Üzerime bir mont alıp evden çıktım. Uğur olarak cüzdanımda
tuttuğum iki lirayla simit aldım. Bugüne kadar o iki liranın hiç uğur
getirdiğini görmediğim gibi, kullanınca daha çok işe yaradığını anladım. Tabelada BCA
YAPIM yazan binanın önüne geldim. Carna Cohen hayatıma girmese, BCA’nın açılımını merak ederdim.
Ama o, vardı ve kafam çok daha farklı şeylerle meşguldü. Ne giyecektim, ne
konuşacaktım, ya ona aşık olduğum?
“İnanç, buradayım oğlum gel.”
“Abi boş bir zamanımızda şu BCA’nın açılımını bir anlat
bana.”
“Oğlum, işte B…”
“Abi çok boş bir zamanımızda…”
“Tamam ulan tamam. Ver hadi senaryoyu.”
“Al abi. Biraz acelem var, muhasebe kaçıncı kattaydı?”
“İnanç, ben konuştum muhasebeyle. Kanaldan parayı
alamamışlar daha, bir haftaya kadar hallederler o işi, ararım ben seni.”
“Abi çok ihtiyacım vardı…”
“Benim de ihtiyacım var oğlum. Bir sürü ödeme var bak
görüyorsun.”
“Tamam abi tamam. Konuşuruz para işini tekrar. Mümkünse
biraz öncelikli davran benim mevzuya. Cüzdanımdaki iki liralık uğur paramı da
harcadım.”
“Tamam oğlum. Diğer bölümü bırakmaya gelirsin bir hafta
sonra, paranı da alırsın muhasebeden.”
BCA’dan koşarak çıktım. Tabelaya yüzümü dönüp küfür ettim.
Orkun Abi’yi seviyordum ama Carna çok güzeldi. Eve doğru koştum. Çabucak
içeri girdim. Saat yedi olmuştu. Bir yerlerden para bulmam gerekiyordu... Üzerimi değiştirdim. Siyah bir pantolon, siyah
uzun kollu bir tişört, siyah ayakkabılar, siyah bir mont. Siyah ciddiyet
demekmiş, bunu da annemden öğrendim!
Evden çıktım. Yanımda Ayten Alpman'ın 45'liği vardı. Geçen ay iki sokak aşağıdaki antikacıda görmüştüm Ayten Alpman plaklarını. Elimdeki 45'lik, antikacıda yoktu ama artık olmalıydı. Islak bir ıslıkla çaldım Ayten Alpman'ın şarkısını. Ondan böyle özür diliyordum. Antikacıya girdim, plağa tahmin ettiğim gibi talip oldu.
"100 Lira verebilirim."
"Koskoca Ayten Alpman'a mı? Hakaretiniz sizde kalsın, plak bende."
Blöfümü tabii ki yemişti. Bir gün bu 45'lik için geri döneceğimi söyleyip, antikacıdan aldığım 150 lirayla, Carna ile buluşacağımız kafeye doğru yola çıktım. Cafe De Monte... Yıllar sonra önünden geçerken, çocuklarıma “anneniz
ile ilk burada buluştuk” diyeceğim mekan. On dakikalık yürüme mesafesinden sonra
kapısında durduğum şirin yer... Neden bilmem, buraya bakınca aklıma Paris’in
şirin kafeleri geldi. Kaldırımlara atılmış yuvarlak masalarında dünyaca ünlü
yazarları konuk eden kafeler. Mesela Café De Flore!
Kaldırımda bulunan bir masaya
oturdum. Ufak beyaz masaya baktım, Carna’nın elleri masaya çok yakışacaktı. Bir
kahve söyledim. Cafe De Monte’de, Glen Hansard çalmaya başladı. Garson tam
uzaklaşıyordu ki; o ince ve mahcup olduğu kadar, kadınsı ve şehvetli ses üzerime doğru gelmeye başladı, teslim olmaya çoktan hazırdım…
Kırmızı topuklu ayakkabılar, kırmızı uzun çoraplar ve henüz dizine kadar
ulaşamayan beyaz bir etek. Üzerinde ki beyaz bluz ise, köprücük kemiklerine
haksızlık yapıp onları kapatmıştı. Bluzun üzerine giydiği kırmızı cekete baktım,
beni o renkle bir kez daha barışmaya yetmişti. Karşımda duran kıpkırmızı dudakların bir çizim
olduğunu düşünüyordum ki, çizim birden boyut kazandı ve kıpırdayıp aralanmaya
başladı.
“Ben de şekerli bir kahve alabilir miyim?”
-Bölüm Sonu-
Onur Budak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder