27 Aralık 2013 Cuma

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 12

















Sonunda köpek gibi pişman olacağım bir yola çıkmıştım. Bir köpek gibiydim. Onu hastalıklı ağzımla ısıracaktım. İçimdeki zehri ona akıtıp, onu öldürecektim. Bir köpek kadar düşüncesizdim. Zehrimi ona akıttığım zaman, içimde hiç zehir kalmayacak sanıyordum. İyileşeceğimi sanıyordum. Ama hayır, acım daha da büyüyecekti. Kesilmeyi bekleyen kangrenli bir vücut kalacaktı benden geriye. Öldürdüğüm sahibim, Carna Cohen’i, gelmeyeceğini bile bile köpek gibi bekleyecektim bir tren garında. Yağmur yağacaktı ve dindiğinde asla kurumayacak tüy yumağı kalacaktı benden geriye. Bir köpek gibiydim. Onu ısıracaktım ama; siyah beyaz gören gözlerimle onun sarı saçlarını ömür boyu unutmayacaktım…

Hızlandım. Her şey bir an önce yapılsın, geçsin ve bitsin istiyordum. Aniden bastırmış bir sağanak  gibi hızlandım. Su değil, ateş gibiydim. Saatler sonra göremeyecekmişim gibi tüm insanları selamlıyor, geçtiğim her sokağı uzun uzun inceliyordum. Saatler sonra eski İnanç, kalmayacaktı. Bunu bütün şehir bilmeliydi. Onlara bunu anlatmaya çalışan bakışlar yağdırıyordum…

İşte, Carna ile ilk oturduğumuz yer olan, Cafe De Monte’nin önünden geçiyorum. Onunla oturduğumuz kaldırım kıyısı masada bir çift, kadının elleri simsiyah, adamın gözleri gri, masa kirli, anılarım: bulanık, tuzlu ve yosunlu bir deniz gibi. Attığım her adımda anılarımızın tuzlu suyu, yüzümdeki yaralara, kalbimin kırıklarına değip yakıyor… Hemen kulaklarımda çığlık gibi bir ses, artık Cafe De Monte’de Gloomy Sunday çalıyor. Beni gömerken de bu müziği çalın diye söyleniyorum, kimse duymuyor… İşte, onu Mayıs’ın bilmem kaçıncı günü gördüğüm ilk yer. O berbat kaldırımlar, tepesinde kargalar; bodrumunda fareler olan leş binalar, geceleri tek bir yıldız bile görünemeyecek o berbat gökyüzü! İçime çekiyorum pis kokulu havayı, yürüyorum… İşte o kaza yeri. Ona dokunduğum, onunla konuştuğum yer. O akşam olanlar sanki tek perdelik bir oyun gibi tekrar sergileniyor. İleride ona çarpmayıp ağaca vuran kırmızı Mercedes. Bir an önce aşağıya indirip bir güzel benzetmeliyim sahibini. Neden, Carna’yı öldürmediğini sormalıyım! Onu öldürseydin hayatım boyunca içimde yaşatacağım bir peri kızı olacaktı, şimdi sonsuza dek sancısını çekeceğim, soğuğuyla üşüyeceğim bir ceset var önümde! Bir fahişe! –Ah, keşke bir kekeme olsaydım, dilimden bu kadar kolay çıkmasaydı bu kelime… İşte, Carna’nın kapısı. İçeride midesizce paralı herifleri bekleyen kadınlar, aydınlıktan başka her türlü iğrenç çağrışımı yapan kırmızı ışık... İşte tam da burası, haritada “hazin bir sonun, başlangıcı” diye geçecek kapı eşiği…Ve ellerim: savaş çanlarını çalan, ölümü çağıran birer tokmak gibi. Aklım ise tek bir cümlede takılı: Artık hızlıca ölelim…

Dilimde açılmamasını, içeride kimsenin olmamasını isteyen bir duayla kapıyı çaldım. Ama ağzım kirli, kapı da açıktı artık. Karşımda yine orta yaşlı, balık etli, kısa saçlı, çirkin kadın. Ağzında yapmacık bir gülümseme, vücudunun takındığı zorunlu işve ile beraber şehvetli sandığı o pörsümüş sesi:
“Hoş geldin hayatım, içeri gelsene.”
Bu kokmuş nefesten daha az cümle çıkmasını istiyordum. Cep telefonumu çıkarma bahanesiyle, Orkun Abi’nin verdiği tazminat parasının bir kısmını kadına gösterdim. Gözlerine renk gelmişti. Yağlı bir müşteri olduğumu anlayıp, işvesini daha da arttırdı. Onu fazla konuşturmaya niyetim olmadığı için hemen konuya girdim.
“Bir kız lazım.”
“Burada kızdan bol ne var ayol? Gel, kendin beğen istediğini.”
“Hayır. Özel bir şey lazım. Bir kız söyleyeceğim, onu gece yarısı evime yollayacaksın.”
“Kızlarımızı dışarı çıkarmak pek alışık olduğumuz bir şey değil” diyerek, fazla para isteyeceğinin ilk sinyalini bana gönderdi. Sinyali aldım ve konuşmaya devam ettim.
“Özel bir gece. Maddi anlamda bir endişen olmasın.”
“Eh, peki madem. Kimi istiyorsun, gelip seçecek misin?”

Bu cümle bir an için, Carna’nın nasıl bir yolda olduğunu bana tekrar hatırlattı. İlk öğrendiğim an gibi. Bir yıldırım gibi…O güzel ellerin bir mal gibi alınıp satıldığı, bir fiyatının olduğu, sürekli el değiştirdiği… Bu düşünce beni dağıttı. Ama zaten öyle dağılmıştım ki, artık kafamı toplamaya gerek duymuyordum. Konuşmaya devam ettim.
“Hayır. İsmini vereceğim, sen ona özel bir müşterisi olduğunu, yüzüne bir maske takıp vereceğim adrese gelmesini söyleyeceksin. Tek başına gelecek. Ve unutma, maskeyle. Kızın ismi, Carna. Geçenlerde bir müşterisi anlatmıştı, ondan duydum.”
“Tabii. Yeter ki bedelini öde sen.”

Kadına, Carna’nın gecelik bedelini ödedim ve adresi verdim. Ayrılırken elindeki paraya nasıl taptığını görünce bir gün çok güzel diziler yazacağımı ve çok iyi paralar kazanacağımı düşledim. Bir gün bu iğrenç batakhaneyi satın alacak, içeride bir tek bu çirkin kadını çalıştıracaktım. Ama şimdilik eve gidip geceyi beklemek daha gerçekçiydi… Bir taksi çevirdim. Tam binecekken aklıma güzel bir söz geldi: “Yürüsek?” Carna, bu cümleyi söylediğinde gözümde hala bir peri kızıydı. O gün giydiği kırmızı topuklu ayakkabılar, kırmızı uzun çoraplar, dizine kadar ulaşamayan beyaz etek, üzerinde ki beyaz bluz, bluzun üzerine giydiği kırmızı ceket,  kıpkırmızı dudakları ve köprücük kemiğinin hatırına eve kadar yürümeyi tercih ettim…

Hava akşamın ilerlemesiyle birlikte soğumaya başlamıştı. Geceyi düşündükçe kısa süreli titreme nöbetleri geçiriyordum. Eve doğru yürüyordum. Büyük bir şirketin önünden geçtim. İşçilerin çıkış saatine denk gelmiştim, sabahları takındıkları o mutsuz suratlar yerini gülen yüzlere bırakmıştı. Akşamın bu saatlerinde gök kuşağı gibi dikkat çekiciydi yüzleri. Gözlerinin biri mavi, diğeri yeşildi. Her bir göz, çocuklarını temsil ediyor olmalıydı. O kadar masum ve heyecanlıydı. Gitgide büyüyordu. Göz kırpışları o çocukların ne kadar zor yetiştirildiğini anlatır gibi düşüp kalkıyordu. Ama tüm bunlara değerdi. Biraz ileride ise çöp tenekesine yakılmış ateşin etrafında ince kazaklı çocuklar diziliydi. İş yerinden çıkıp evlerine koşanlar, hiç birinin babası değildi. Ne yazıktı… Aynı zaman diliminde akşam olmasına sevinenler de vardı, üzülenlerdi. Çünkü bu dünyada değil kadın erkek, insanlar bile eşit değildi. Eve doğru ilerlemeye devam ettim. Perdesi aralık kalmış giriş katta bulunan bir dairenin önünde durdum. Duvarda bir saat asılıydı. Akrep ve yelkovan hareket etmiyordu. Ama saat doğruydu çünkü: birden on ikiye kadar olan tüm rakamlar akrep ve yelkovanın etrafından toplanıp atılmış, yerlerine “şimdi” yazıları konulmuştu. Akrep ve yelkovan, hiç hareket etmese bile hep şimdiyi gösteriyordu…

Şimdi… Ailesine koşan babalar, babalarına koşan çocuklar, ateşin başına toplanan insanlar, sevgilisinin elini tutup özgürce caddelerde yürüyenler, dans edenler, birbirlerini öldürenler, yeni doğan bebekler, işte şimdi gördüğü genç kadına aşık olan bir adam... Kısacık bir “şimdi” kelimesinin içinde yaşayan milyarlarca hayat…

Evin önüne geldiğimde arkamda tonlarca düşünce bıraktım. Artık düşünmeyecektim. Yıllar boyu sürecek bir pişmanlığın ilk adımlarını atmak üzere eve girdim ve Carna’yı beklemeye başladım. Gece yarısına birkaç saat kalmıştı. Bir şeyler yedim, duşa girdim, müzik dinledim, kitap okudum. Aslında hepsi bir aksesuar gibiydi. Olacakları düşünmemek için oluşturulmuş bir oyundu hepsi. Sadece gözlerimin gözükeceği maskeyi taktım. Kapı çaldı, müzik durdu, perde açıldı, oyun başladı…


Carna, örülmüş saçlarını iki tarafa atmış, omuzları açık, yeşil bir elbiseyle karşımdaydı. Yüzünde sadece gözlerini kapatan kırmızı parlak ve simli bir maske vardı. Maskenin altındaki gözleri tanımasam, gözlerinin çekik olduğuna inanırdım. Elbisesi derin dekolteli, bel kısmı dar, belden aşağısı ise gelinliği andıracak kadar bol bir yapıya sahipti. Sırtında canını yakabilecek kadar sıkı bağlanmış ipler, göğüslerini taşacak kadar dolgun göstermişti. Carna’ya baktıkça, kulağıma Mozart’ın Minuetler’i geliyordu. Elini nazikçe öptüm ve onunla dans etmeye başladım. Her şey çok Fransız’dı. Onun bu kılığa girip tanımadığı bir insanın evine gitmesi midemi bulandırıp, öfkemi arttırmıştı. Her şey çok Fransız’dı, öpücüklerim de öyle olmalıydı…  

-Bölüm Sonu-

Onur Budak

Bu şarkı da 12. bölüm şerefine olsun! http://www.youtube.com/watch?v=Q3Kvu6Kgp88

17 Aralık 2013 Salı

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 11

















Başını taşıyamayan bir vücudun içinde uyandım. Gözlerimi siyah bir is kaplamış gibiydi. Duvarda ki maviyi göremiyordum mesela. Birisi ışıkları söndürüp, perdeyi kapatarak tüm oyunu bitirmişti. Her şey büyüsüzdü. Her şey eski ve küflüydü. Evden iğrenç bir koku yükseliyordu. Biraz daha uyuyup kokuyu yok etmeye çalışmasam, apartmanda yaşayan insanlar evime girip ölü buldukları bedenimi büyük bir zevkle, evlerinde besledikleri kedilerine açtıracakları bok çukuruna gömebilirlerdi. Zaten bir kedi dışkısından başka neyin yanına yakışabilirdi benim cesedim, yaşayan bedenim bile yalnızken?

Burnumun takip ettiği koku beni mutfakta birikmiş çöp yığınının yanına götürdü. Çöp poşetlerini yerinden kaldırdığımda yüzlerce kurtçuğun kıvrandığını gördüm. Adeta toplu halde Meksika dalgası yapıyor gibiydiler. Onları bir süre yakından izledikten sonra soyunup banyoya gittim. Vücudumda iyi ya da kötü hiçbir hareket yoktu. Gidecek yerim, yapacak işim, sevişecek insanım… Bir süre vücut hatlarımı izledim. Vücudunu ve cinselliğini keşfetmeye çalışan küçük çocuklar gibiydim. Ah, Carna Cohen! Ama ben seni unutacağım. Bu adını son anışımdı… Kurtçukların eğlenceli dünyasına bir süre karışmama kararı alıp duşa girdim. Düşünmeye değer hiçbir şeyim olmadığı için cipa hastalarını düşünmeye başladım. Belki onlar bir fahişeye aşık olup, işinden kovulamazdı. Ama ben onların dünyasına çok rahat giriş yapabilirdim. Suyun ısı derecesini sona getirdim. Dumanlar hızla yükselip aynaya ulaştı ve yansıyan suretimi kaybetti. Zaten şartlar ne olursa olsun ilk kaybolan hep ben olurum. Suyun ısısı hızla yükselmeye devam ediyordu. Duş başlığından gelen su ile vücudumdan akan ter damlacıklarını ayırt edebiliyordum. Su sanki kaynama noktasına ulaşmış gibiydi. Artık daha az nefes alabiliyordum. Canım acımaya başlamıştı. Ah, Carna Cohen! Ama ben seni unutacağım. Bu adını son anışımdı… Artık vücudum suyun sıcaklığını hissetmeyecek kadar solgun bir vaziyet almaya başlamıştı. Derimin buruşmaya başladığını görüyordum. Nefesimi tuttum. Birkaç saniye sonra kendimi banyo zemininde sırt üstü yatarken buldum. Vücudumdan tepki almayı sonunda başarmıştım. Evet, artık onlar gibiydim. Tanrım! Bana bahşettiğin bu vücut artık bir kurtçuk gibi!

Bir insanın canı fiziki olarak nasıl yanabilir ki? Ne kadar yanabilir? Vurup kırarlar, acıtırlar, yaralarlar. Bu yaralar sonunda elbet kapanır… Ama ya şuram? Şu küçücük kalbimde ki ağrı, boğazımda ki düğüm, içimde yarım kalan heyecan, seni tanıdığım anda kesilen nefesim… Ya bunlar nasıl geçer? Ah, Carna Cohen! Ama ben seni unutacağım. Bu adını son anışımdı…

Toparlandım. Dün gece olanlar geldi aklıma. Evime getirdiğim o fahişe. Parasını ödeyeceğim bir fahişe bile beni terk etmişti! Tüm bu olanları ve Carna’yı düşündükçe çılgına dönmeye başlıyordum. Giyinip kurulandım. Televizyonun üzerinde ki fanusun içinde biraz rakı ve balık vardı. Dibi boylamış balıklar. Onları ben öldürmemiştim, boğulmuşlardı. Bu yalana inandıktan sonra artık yapacak bir şeyler bulma zamanının geldiğini anladım. Orkun Abi geldi aklıma. Hala bir süre daha yetecek kadar param vardı ama yeni senaristin çalışmalarını merak ediyor ve bir göz atmak istiyordum. Acaba o boktan diziyi daha fazla bok edebilecek kabiliyeti var mıydı?

Üzerime montumu giydim ve atkımı bir idam mahkumuna bağlanmış ip gibi bağlayarak evden çıktım. Hava açık ama soğuktu. Carna gibi. Güzel görünümlü orospu! “Onu bir daha aklıma getirmeyeceğim! Bu sondu!” dedikten sonra bir taksi çevirdim. Yürürsem soğuktan parmaklarım sızlayacaktı. Taksici BCA yapımın binasına doğru sürmeye başladı.
“İçeride sigara içebiliyor muyuz?” diye sordum ona.
“Sıkıntı yok abi, kendi araban gibi.” Dedi.
Yola devam ettik. Sigara yakmamı bekliyordu ama kullanmıyordum. Sanırım biraz garipsemiş olacak ki yol boyunca ağzını açmadı. BCA yapımın önünde durdu. Taksicilerin en sevdiği kısma gelmiştik. Konuşmaya başladık.
“Borcum ne kadar?”
“10 lira versen tamamdır abi”
“Kendi arabanmış gibi demiştin, ben kendi arabamdan inerken para vermiyorum ama?”
“Laf icabı abi o, paran varsa 10 lira; yoksa canın sağ olsun.”
“Bu seferlik canım sağ olsun o zaman.” Dedim ve para vermeden indim. Şaşırmıştı. Gaza bastıktan sonra edeceği küfürler kulaklarımı çınlatacaktı. Öyle de oldu. Birisi arkamdan konuşuyordu. Annem hep böyle derdi o ipek gibi sesiyle. Ama bu sefer durum farklıydı. Birisi gerçekten arkamdan sesleniyordu.
“İnanç Bey…”
“Bana mı seslendiniz?”

Arkamı döndüğümde sesin neredeyse benden uzun boylu, sarı saçlı, aylarca morgda kalmışçasına beyaz bir tene sahip, dudakları vişne çürüğüne boyanmış, vücut hatları oldukça gergin bir kızdan geldiğini anladım. Erkeksi bir yüzü vardı. Burnu şu Piyanist filminin başrol oyuncusu Adrien Brody’nin gibi erkeksi ve kabaydı. Bir süre öyle bir burnun bir insana nasıl bu kadar çok yakışabileceğini anlamaya çalıştım. Olmuyordu. Nostalji plak kayıtlarından gelmişçesine bir sesi vardı ve konuşmaya devam ediyordu.
“Orkun Bey kahvaltı için şirketten ayrıldı. Sizi de oraya çağırmamı söyledi.”
“Telefon etseydi keşke.”
“Telefonunuz kapalıydı.”
Gerçekten kapanmıştı. Teknolojiye bir türlü ayak uyduramayan bir insandım.
“Ah! Kapanmış, hiç haberim yok. Boşuna yorduk sizi. Peki siz kimsiniz?”
“Rica ederim. Orkun Bey’in asistanıyım ben. İsmim, Esin.”
Çok güzel bir ismi vardı. Art arda gelen dört harf birbiriyle müthiş uyum sağlamıştı.
“Memnun oldum, Esin Hanım. Ben de bildiğiniz gibi, İnanç”
“Çok memnun oldum. Buyurun, gidelim isterseniz.” Dedi ve eliyle hemen on metre ileride duran son model Mersoyu gösterdi. Göstermekten çok sunar gibiydi. 

Sunumu kabul edip arabaya bindim. Yanıma oturdu. Yol boyunca yüzüne taktığı ciddiyet maskesini hiç düşürmedi. Onun hiç kahkaha atmadığını, hiç sevişmediğini düşünüyordum. Sonunda kahvaltı edilecek mekana gelmiştik. Emirgan korusu yakınlarında, laubaliliğe yeri olmayan, sevgililerden çok iş adamları ve iş kadınlarının geldiği bir mekandı. Denize manzarası vardı. Orkun Abi beni görünce ayağı kalktı. Böyle bir mekanın ciddiyetine yakışır resmi bir kucaklaşma merasiminden sonra karşısındaki sandalyeye oturdum. Asistanı da yanına. Orkun Abi konuşmaya başladı.
“Oğlum, şirketin içi manyak bir hal aldı. Holdinge döndük. Her şey çok resmi. Orada görüşmeyelim artık, siktir et.”
Orkun Abi’nin bu cümlesinden sonra önce ona, sonra Esin Hanım’a baktım. Gözlerimle “Abi masada bayan var, ayıp oluyor” demek istedim. Orkun Abi dediğimi anladı. Gözleriyle bir şeyler ima edeceğini beklediğim an, o konuşmayı seçti.
“Esin yabancı değil oğlum. Çok iyi kızdır. Bakma ciddi hallerine. Dedim ya gerek şirket, gerek muhatap olduğumuz adamlar çok resmi artık.”
Şaşkınlıkla Esin Hanım’a, daha doğrusu Esin’e baktım. Gülümsüyordu. Demek sevişiyordu da…
“Abi ne bileyim, belli zaten bir kurumsallaşma almış başını gitmiş. Mersolar, kahvaltı yaptığımız bu yer falan. Şirkette çocuklara iki simit aldırırdık önceden. Şimdi baksana durumlara…”
“Oğlum geçen söylediğim gibi işte. Yeni kanal, daha büyük proje. Dizi aldı başını gidiyor.”
Ellerimle buralara kadar getirdiğim o boktan dizinin böyle şaşalı bir ortam yaratmış olması beni hem şaşırtmış, hem üzmüştü. Boktan desem bile o dizi bana aitti. Karakterleri benimdi. Ama artık büyümüş ve benim boyumu geçmişti.
“Ne güzel. Yeni senarist nasıl Abi? İşini yapıyor herhalde, bu durumlardaysa dizi…”
“Müthiş yapıyor işini. O kadar saçma şeyler yazıyor ki, cuk diye oturuyor bu asalak izleyici topluluğuna. Pembe dizi gibi olduk artık. Ama ben parama bakarım, umurumda değil dizi.“
“En iyisi tabii.” Dedim ve Orkun Abi’ye kahvaltısını etmesi için biraz zaman vermek için konuşmayı bıraktım. Esin’le biz de birer kahvaltı tabağı söyledik. Tabaklar masaya koyulduğu an ortamın sessizliği Orkun Abi’nin telefonuyla bozuldu. Özel bir görüşme olmalıydı ki, Orkun Abi masadan kalkmıştı. Bu Esin’le baş başa kaldığımız ilk andı. Beyaz teninin içinde ne kadar kir olduğunu merak ediyordum. Carna kadar kirli miydi mesela? Ah, Carna!

Orkun Abi masaya döndü. Onu masadan kalkması için çekiştiren görünmez bir güç vardı. Bir yandan toparlanmaya başlarken, bir yandan bizimle konuşuyordu.
“İnanç, Esin, benim acil kalkmam gerek. Şahsi bir mesele var da.”
“Kalkalım o halde.” Diye söze girdi Esin. Orkun Abi:
“Yok yok, kahvaltınızı yapın siz, ben ararım Esin seni. İnanç, konuşuruz oğlum tekrar. Hadi afiyet olsun” diyerek hızla mekandan ayrıldı.
Esin’le bir süre birbirimize bakıp güldük. Hayatıma, Carna girmiş olmasaydı bu kıza şuan aşık olabilirdim. Evet, sırf gülüşü için.
“Hadi, kahvaltımızı edelim biz.” Diyerek söze girdim. Beni onaylayan bir gülümseme daha attı, Esin. Bir yandan kahvaltımızı ederken, bir yandan birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. Aynı masada kahvaltı eden insanlar birbirini az da olsa tanımalıdır. Konuşuyorduk.
“Kırmızı Düş’ü sen yazıyormuşsun sanırım. Bu arada sen dedim ama…”
“Orkun Abi’nin dediği gibi. Ciddiyet o şirkette kalsın. Ben de sana Hanım derken çok rahatsız oluyordum. Evet, ben yazıyordum diziyi. Ama şartlar falan. Durumlar böyle gelişti…”
“Şartlar. Hep gelişirler. Gelişen ve gelişmekte olan her şey iyi olmak zorunda değildir tabii. Ne ülkeler var gelişmiş ve gelişmekte olan!”
“Güne sosyal mesajla başlıyoruz desene.”
Gülüştük…

Esin, hayatıma güzel bir tesadüf olarak girmişti. Zaten onun olduğu her yerde güzellik hep olmalıydı. Onunla oturduğumuz kahvaltı sofrasında öğle yemeklerini sipariş etmiştik. Sohbetin tadı öyle güzeldi ki, sanki bize akşam yemeğine kalın diye ısrar eden bir güç vardı ortada. Esin, yirmi üç yaşındaydı. Orkun Abi’nin yanına bitirdiği Radyo ve Televizyonculuk bölümünün stajını yapmak için gelmişti. Gelirken kafasında güzel hayalleri olan ama bir asistan olarak görev yapan genç bir kız… Ailesi doğduğu şehirde, Antalya’da yaşıyordu. O ise İstanbul’da punkçı ev arkadaşıyla kalıyordu. Gelişinin ilk aylarında ev arkadaşının etkisinde kalıp saçlarını kırmızı ve yeşile boyayıp dilinde bir piercing ile gezecek kadar yeniliğe açıktı. Kısa zamanda, sarhoş olup, Beyoğlu’nun arka sokaklarında sabahlara kadar sızıp kalacak kadar cesur olduğu anılar biriktirmişti. Şuan karşımda bir iş kadını gibi giyinen, Esin’in daha nasıl kişilik karmaşaları yaşamış olduğunu merak ediyordum. Benimle paylaşacak çok anısı vardı. Benimse anı biriktirecek çok az zamanım vardı. Bunu seziyordum…

Esin’le müthiş derecede ciddi suratlarla girdiğimiz mekandan, neredeyse sarmaş dolaş çıkıyorduk. İyi birer arkadaş olmuştuk. Kısa süreli bir veda yaşayacaktık ve birbirimize birkaç şey söylemeliydik. Konuşmaya başlayan ben oldum.
“Keşke daha önce tanısaymışım seni.”
“Daha önce mi? Ne kadar daha önce? Kesin bir zaman diliminiz var mı bay emekli senarist?”
“Carna Cohen! Carna Cohen’i tanımadan önce. Onu yağmur altında görmeden, o trafik kazası olmadan, cüzdanımı getirmek için evime geldiği o günden, ellerinin, Cafe De Monte’nin beyaz masalarına o kadar güzel yakıştığını görmeden önce. Evinin önünde ona fahişe olduğunu sorduğumda, bana hayır demediği andan çok daha önce. Carna Cohen’den önce işte, Esin!” dememek için kendimi çok zor tutuyordum. İki elimi yumruk yapıp sıktım. Acıyı bir kez daha avuçlarıma sıkıştırmıştım. Konuştum.
“Ne bileyim, önce işte. Çok zaman önce. Her neyse işte… Ne zaman görüşürüz bir daha ki sefere? Telefon numaranı versene.”
“Telefon numarası mı? Güldürme beni. Telefonuna bakmıyorsun sen. Adresini ver, ben uğrarım hep.”
Yine şaşırtmıştı beni. Doğallığına hayrandım. Güzel arkadaşım… Adresimi verdim ve ayrıldık. Eve doğru gidecektim ki, istiklal caddesinde yürürken majestic’in önünde durdum. Majestic zaman zaman eski kült filmleri de veren, müşteri profili sevişmek için gelen çiftler olan bir sinemaydı. Noviembre’nin afişini görünce durdum. Saate dörttü. Film bir saat sonra gösterilecekti. İçeri girip aptal bir dergi okurken bir nescafe söyledim. Derginin sayfalarında geçiş yaparken aklıma Carna Cohen’den başka bir şey gelmiyordu. Düşündükçe ona olan nefretim artıyordu.

“3 numaralı salonumuzda gösterilecek olan filmimiz, başlamak üzeredir.” Anonsunu duyunca kalktım ve salona girdim. Bu filmi her izleyişimde cesaretlenmişimdir. Emindim. Bu izleyişimde edineceğim cesaret, Carna’yı paramla evime getirmeme yetecekti… Film bitti, ışıklar yandı, içimdeki titreme derin bir heyecana dönüştü. Carna’nın evine doğru gitmeye çoktan başlamıştım…

-Bölüm Sonu-

Onur Budak

14 Aralık 2013 Cumartesi

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 10



















Gelen sesi duymamış gibi yapıp hızlanarak yürümeye devam ettim. Üsteleyerek konuşmaya devam ediyordu.  
“İnanç, dur! Beni dinle!”
Yürümeye devam ettim. Bana seslenen içimde büyüttüğüm, Carna Cohen değildi. Onun sadece gölgesiydi. Bir gölge. Renksiz, nefessiz, sessiz, çilsiz. Bir gölgeye asla değer verilmemeliydi. Öyle yapacaktım. Seslenmeye devam etti:
“İnanç, duymuyor musun beni! Sana dur diyorum. Dur! Sonra nereye gitmek istersen git!”
Durdum. İçimde büyüttüğüm o eşsiz, Carna Cohen’i alıp farklı bir köşeye koydum ve bana seslenen gölgesine cevap verdim.
“Ne istiyorsun, çabuk söyle.”
“Konuşmak istiyorum. Anlatmak istiyorum her şeyi.”
“Gerçekten burada fahişelik mi yapıyorsun?”
“İnanç bak ben…”
“O mide bulandıran hayatına geri dön. Dizi işi bitti. Beş kuruş param yok, anlıyor musun?”
“İnanç beni dinle! İzin ver açıklamama!”
“Defol git. Param yok dedim. Seninle yatmayacağım. Bak şurada takım elbiseli bir adam var, varlıklı birine benziyor. Ona git. Seninle yatacak kadar parası olduğuna eminim.”

Söylediklerim çok ağır gelmişti. Sahte gözyaşlarıyla ağlıyordu. Kendime, ona inanmayacağıma dair yemin etmiştim. Ne derse desin kanmayacaktım. Çünkü o bir fahişeydi ve insanların zevk ve isteklerine karşılık vermeyi çok iyi bilirdi. Benim zevk ve isteğim aşktı. Bunu anlamış olmalıydı. İyi bir muamele parası vermiş olan her insana, üzerinde tepinirken onu çok sevdiğini, ona aşık olduğunu zaten söylüyor olmalıydı. Bana da böyle yapacaktı. Üstelik diğer insanlar gibi üzerimde tepinmeyecek, yerlerde süründürecekti.
“Allah belanı versin senin! Orospu çocuğu!” dedi ve suratıma sert bir tokat attı. Neye uğradığımı şaşırmış gibi bakıyordum. Yanağım tokadın sertliğinden olsa gerek, hızlı bir şekilde sıcakladı. Kırmızılaşmaya başladığını biliyordum. Kırmızı! Carna, tokatı attıktan sonra göğsümü yumruklamaya çalışıyordu. Bileklerini yakaladım ve sıkarak ellerini aşağıya indirdim. Canının acıdığını suratındaki ifadeden anlıyordum. Bağırmaya başladı.
“Tamam o zaman, anladığın dilden konuşalım!” dedim ve ellerimi boynuna attım. Baş parmaklarımla ağzının kenarını sıkıp dudaklarından öptüm onu. Saniyeler süren iğrenç bir öpücüktü. Dudaklarımı çekip onu geriye doğru ittim. Biraz yalpalanıp toparlandı. Ağzımdan aldığı tattan nefret etmişti. Önce yere, sonra suratıma tükürüp hızla evine –genelevine doğru koştu. Bütün bu yaşanan iğrençliklerden müthiş bir haz almıştım. İşsizdim, Carna Cohen bir fahişe çıkmıştı ama en azından içimde kendi sevgimle emzirip büyüttüğüm bir Carna vardı. Az önce bıraktığım yerden aldım o güzel Carna’yı ve oradan uzaklaştım. Kendimi bir şizofren gibi hissediyordum…

Acıkmıştım. Nedense neşem yerindeydi. İçimden geçen tüm kötülükleri, Carna’nın suratına çarpmıştım ve bu beni tarifsiz bir mutluluğun kollarına bırakmıştı. Değişiyordum. Değiştiğimi görebiliyordum. Sanki normal bir İnanç olarak geldiğim bu genelevin önü, süperman’in kılık değiştirdiği bir telefon kulübesi olmuştu ve buradan ayrılırken kılık değiştirmiş bir İnanç olarak ayrılıyordum. Pelerinimi takmıştım, beni kimse tanıyamazdı. Karşıma akvaryum balığı satan bir dükkan çıktı. İçeri girdim. Bu tür şeyler satan her dükkanda olduğu gibi içeride de iğrenç bir koku vardı. Satıcı adama bakıp asıl kokunun ondan gelebileceğini düşündüm. Balıktan hiç anlamadığım için içeride dolaşmanın anlamsız olacağına karar verip adamla konuşmaya başladım.
“Balık alacaktım ben.”
“Tabii. İstediğin bir tür var mı?”
“Hayır. Beslenmesi, temizliği ya da yaptığı işin hiç bir önemi yok. Sadece balık. Yüzsün yeter.”
“Peki. Bakalım biraz."
“Şu beyazlar olabilir mesela. Türü ne bunların?”
“Albino. Çöpçü Albino.”
“Çöpçü mü? Ne diye çöpçü diyorlar buna?”
“Çöpçüler dibe düşen yemleri yiyerek beslenirler. Bu yüzden bir nevi çöpçü gibidir. Bu yüzden böyle denir.”
Aradığım balığı bulmuştum. Çöpçü balığı. Dünyanın bütün pisliğini temizler. Aşık olduğu kadını bile başkaları becerir, geri kalan o iğrenç, kirlenmiş beden ona kalır.
“Tıpkı benim gibi desenize!”
“Anlamadım efendim.”
“Yok bir şey. 2 tane verir misiniz şunlardan.”
“Hemen hazırlıyorum, ayakta kalmayın oturun siz.”
“Biraz acele olsun. Bu arada neden albino diyorlar buna?”
“Rengi yüzünden. Sarıya yakın bir beyazlığı vardır, bunlara albino derler.”
“Albinonun nasıl olduğunu biliyorum, ama hayvanlarda rastlandığını ilk defa duydum.”
“Hayvanlarda da görülür sık sık. Balıklarınız hazır bu arada.”

Balıklar söylediği gibi hazırdı. Parasını verip çıktım. Bir an için iyi kalan tarafımla düşündüm: Carna ya bir albino olsaydı? Belki o kadar beyazlıkla bu kadar kirlenemezdi?

Tam bir şizofrene dönmüştüm. Eski İnanç’ı caddelerde arayacak kadar şizofrendim. Köşedeki tekel bayiinden 35’lik bir  rakı aldım. Bir taksi çevirdim.
“Hoş geldin abi, nereye gidiyoruz?” 
“Tarlabaşına sür.”

Bir fahişe kiralayacaktım. Gözüm iyice dönmüştü. Fahişelerin çevrili olduğu bir sokakta durdum. Taksiciye parasını ödeyip beş dakika beklerse tekrar döneceğimi söyledim. Bekliyordu. İleride L şeklinde çıkmaz bir sokağa girdim. Camlarda sıra sıra dizilmişler ve beni bekliyorlardı. Kulaklarıma akıl almaz derecede güzel laflar geliyordu. Omzum dik yürümeye devam ettim. Fahişeler söyledikleri laflarla öz güvenimi yerine getirmişti. İkinci kattan bir tanesi seslendi.
“Şşt. Esmer, yakışıklı. Gelsene.” 
Saçları karamel rengi, göğüsleri dolgun ve gözleri siyahtı. Yaşadığı hayatın pisliğini içine çekmiş bir çift göz. Simsiyah. Tam istediğim gibiydi.
“Aç kapıyı.” Dedim. 
Kapıya doğru hareketlendi ve otomatiğe bastı. İçeri girip onu evime davet edecektim. Merdivenleri çıkmaya başladım. İçerisi leş gibi kokuyordu. Kullanılıp etrafa atılmış prezervatiflerin üzerine basmamaya özen göstererek yukarı çıkmaya devam ettim. Çığlığa dönüşen bağrışma sesleri geliyordu. İnsanlar berbat hayatlarından kurtulmak için nirvana olarak gördükleri bu yere geliyordu. Doğrusu karşılıklarını aldıklarından emindim. Pencereden konuştuğum karamel rengi saçları olan fahişe kapıyı açmış beni bekliyordu.
“Gel hayatım.” Dedi 
ve tam içeri girmek üzereyken durdurdum onu.
“Ben değil, sen geleceksin.”
“Anlamadım. Dışarıya çalışmıyoruz canım biz.”
Orkun Abi’den tazminat olarak aldığım paranın bir kısmını cebimden çıkartıp ona göstererek bağırdım.
“Çalışıyorsun. Tabii ki çalışacaksın!”  
“Sakin ol canım. Biraz bekle içeridekilerle konuşup dönüyorum.”
Bekledim. İşi çok kısa sürdü. Paran varsa işin her zaman çabuk görülür.
“Bu biraz daha pahalıya patlayacak sana canım. Tamam dersen geleceğim.”
“Hadi gidiyoruz.” Dedim. 
Fahişeyi yanıma alarak binadan çıktım. Pencerelerde ki kadınlar bize bakıyordu. Yanımdaki kadın, onların gözünde çok şanslıydı…

Sokaktan çıktım. Taksi hala bekliyordu. Bindik.
“Hoş geldiniz Abi, nereye gidiyoruz?”
“Cihangir.” Dedim.
Eve doğru yola çıktık. Fazla bir mesafe yoktu. Yanımdaki fahişenin bana doğru sokulduğunu hissettim. Biraz para demek, aşk demekti. Aklıma, Carna geldi. O da yanımda duran fahişenin yaptığı gibi, biraz parası olan herkesin kadını oluyordu. Emindim.

Eve gelmiştik. Etraftan kimseye böyle bir durumda gözükmek istemediğim için çabucak içeri girdik. O da evime gelen her insan gibi önce tam hangi odaya geçeceğimizi soracakken, evin tek odalı olduğunu görüp kısa bir şaşkınlık yaşadı. Koltuğu göstererek oturabileceğini söyledim. Onu bir köşeye oturtmuştum ve artık sıra rakı balığa gelmişti. 

Elimdeki su dolu torbanın ağzını açtım. Mutfak dolabından çıkardığım akvaryumu andıran cam fanusa biraz su, biraz rakı koydum. Tam balıkları içine atacakken fahişe konuştu.
“Ne yapıyorsun sen, öldüreceksin hayvanları!”
“Rakı balık yapıyorum. Çekil şuradan.”
Fahişenin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Akli dengemin iyi olmadığını anlayan ilk insan o olmuştu.
“Beni de hep böyleleri bulur zaten. Allah’ın manyağı! Pis sapık. Piç!” diyerek evden apar topar kaçtı. Onu durdurmaya çalışmadım.

Balıkları rakı doldurduğum cam fanusun içine bıraktım. Fanusu televizyonun üzerine koyup koltuğa geçtim. Kafayı bulmaktan ters yöne yatıp öyle yüzecekleri anı beklerken, aklımdan sadece evime getireceğim sıradaki fahişenin, Carna olacağı geçmeye başlamıştı…  


-Bölüm Sonu-

Onur Budak

11 Aralık 2013 Çarşamba

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 9

















Gelen Carna değil, Orkun Abi’ydi. Onu daha önce BCA binası dışında hiç görmemiştim. Orkun Abi’yi, BCA’da yaşıyor, orada yiyip içiyor, uyuyor sanıyordum. Hatta orada öleceğini, cenazesinin oraya defnedileceğini düşündüğüm zamanlar olmuştu. Carna Cohen’i beklerken, kapıda uzun boylu, uzun saçlarını toka yardımıyla düzene sokmuş, sakallı ve üzerindeki yeni elbiseler olmasa bir evsizi andıracak, Orkun Abi duruyordu. Onu kapıma kadar getiren sebep ya çok iyi bir gelişme, ya da kötünün de kötüsü bir durumdu, anlayabiliyordum.

“Ulan ne diye açmıyorsun kapıyı, geri dönüyordum az kalsın.”
“Uyuyordum abi, dün gece biraz uzun geçti anca kalkabildim.”
“Öyle olsun bakalım. İnanç, oğlum al şu parayı geçen gün verememiştik.”
“Sağ ol abi de, ben uğrayacaktım zaten buraya kadar getirmene gerek yoktu.”
Orkun Abi bana moral vermek için yaptığı sahte gülüşle konuşmaya devam etti.
Kırmızı Düş’ün senaristi İnanç Bey’i yormayayım, hem bu eşsiz projenin yazıldığı yeri göreyim istedim. Fena mı?”
“Yok abi, şaşırdım sadece. Gelsene içeri.”

Orkun Abi ayakkabılarını çıkarmadan içeri girdi. İçinden nereye oturuyoruz diye sormayı düşünmüştü ama evin tek odalı olduğunu fark edip sustu. Bir süre gözleriyle etrafı süzmeye devam etti. Duvarı kaplayan mavi duvar kağıdı, elli beş ekran eski bir televizyon, kahverengi bir koltuk, duvarda büyük ve yorulup geride kalmış bir saat.
“Yurt dışında bir yakının var herhalde?”
“Yok abi. Kimsem yok benim. Bir tek Müştak Abi var, sen varsın, birde bir kız vardı ama gitti. Terk etti beni.”
“Bu saat niye geri oğlum o zaman?”
“Abi, insanlar o kadar hızlı değişiyor ki geride kalan hep ben oluyorum. Hayatına bir insan giriyor, seviyorsun, değer veriyorsun ve o da seni o kadar çok seviyor ki artık bir zaman sonra onun sevgisine yetişemiyorsun. Terk edip gidiyor o da. Madem geride kalıyorum bu kadar, o zaman ne anlamı var farklı zaman diliminde yaşamamın. Aldım saati geriye, artık kendi zamanımda yaşıyorum. İnanmıyorsan bak, takvimde öyle.”

Orkun Abi evi süzmeye devam etti. Artık gözleriyle beraber, ellerini de kullanıyordu. Az önceki sözlerimden etkilenmiş olsa ki, bir genç kıza dokunur gibi hassas dokunuyordu eşyalarıma. Camın kenarına bulunan çalışma masama doğru yöneldi.
Kırmızı Düş, burada yazılıyor demek!”
“Evet abi. Düzenim bozuluyor başka yerde yazınca.”
“İnanç. Artık bozulmayacak düzenin.”
“Hayırdır Abi?”
“Başka kanala geçti oğlum dizi. Daha büyük proje.”
“Ne güzel işte, büyük kanal, büyük paralar demektir.”
“Öyle tabii de, başka konu var. Adamlar başka senaristle çalışmak istiyor.”
“Abi iyi kötü bu dizi benim ellerimden çıktı. Ben oluşturdum karakterlerini. Elde bir şey yoktu, ben yarattım. Şimdi benim elimden bunu almak olur mu? Nasıl iştir bu. Dizi çokta umrumda değil de, nasıl geçineceğim abi ben şimdi?”
“Oğlum o işler öyle yürümüyor işte.”
“Nasıl yürüyor abi o zaman?”
“Demin bir kız vardı gitti abi demedin mi sen?”
“Dedim.”
“Sevmedin mi oğlum bu kızı? İkinizden bir bütün oluşturmadın mı? Ortada aşk yoktu, sen yaratmadın mı?”
“Sevdim abi. Aşkta yoktu, ben yarattım doğru ne dediysen.”
“Ee niye gitti oğlum kız?”
“Bilmiyorum Abi. Başkası vardı. Başkaları hatta…”
“Bu da böyle işte oğlum. Anlayamazsın sektörü. Senden iyisini mi bulacaklar? Hayır. Ama adamlar böyle işte. Neden işi İnanç  yapmayacak diye sordum, başkası var dediler.”
“Anladım abi.”
“Tazminat var bunun içinde. Fena para değil. Bir süre idare edersin. Ben seni severim İnanç. Kadroyu kendim kurabileceğim bir iş çıkarsa direk seni ararım. Kızı düşünme, diziyide öyle. Dağıtma kendini.”
“Tamam abi, sağ ol.”
“Sen sağ ol oğlum, sen sağ ol.”
Orkun Abi, iyi bir adamdı. Bazen böyle olur. Bir şeyler kontrolünüzün altından çıkar. Hayat şartları dersiniz, olacağına varmış dersiniz. Hep bir bahaneniz vardır. Bazen böyle olur, bazen işsiz kalırsınız., parasız kalırsınız. Ama sevdiğiniz kadın her zaman fahişe çıkmaz, o yüzden kimse bana seni anlıyorum demesin!
“Orkun Abi bir dakika baksana.”
“Söyle oğlum, bir ihtiyacın falan mı var?”
“Yok abi. Dizi bir boka benzemiyordu, onu söylemek istedim.”
“Biliyorum ulan. Biliyorum. Hadi görüşürüz sonra.”

Görüşürüz. Dünyanın en haklı kelimesi. Evet iyi, kötü herkesle bir gün görüşeceksiniz. Bir otobüs durağında, bir alışveriş merkezinde, bir tiyatro salonunda, ilk buluştuğunuz yerde, ilk seviştiğiniz yerde. Evet, söylenildiği gibi bir gün mutlaka görüşeceksiniz. Ama kimse bıraktığınız gibi kalmayacak…

İçeri geçip yatağa uzandım. Orkun Abi, iki bin lira para bırakmıştı. Bu beni uzun süre idare edebilirdi. Daha günler öncesinde hiç tanımadığım, Carna Cohen’i de elbet unutacaktım. İşe koyuldum. Etrafı toparlayacak, bulaşıkları yıkayacak, çöpleri dökecek ve yemek hazırlayacaktım. Kafamda bir ana yasa oluşturdum; Carna Cohen, düşünülmeyecek. Carna Cohen, sevilmeyecek. Carna Cohen… Tüm bu yasayı düzenlemem bir dakika, çiğneyip geçmemse üç saniyemi almıştı. Yapamıyordum. Üzerimi giyip evden çıktım. En son hatırladığım, Carna’nın kapısının önünde ağlıyor olmamdı.

Ağlıyordum. Bir çocuk gibi ağlıyordum! Hem de, Carna’nın kapısının önünde. Etraftan geçen pis ayyaşlar bana gülüyordu. Kapıyı çalıp tüm bunların hesabını, Carna’dan sormaya karar verdim. İçeriden gündüz olmasına rağmen kırmızı loş bir ışık geliyordu. Zile bastım. Zilin çıkardığı kuş sesi, içeriden gelen saksafon gürültüsünü biraz bastırmış olsa gerek, kapıyı orta yaşlı, balık etli, kısa saçlı, dizlerine kadar gelen eteği olan bir kadın açtı. Oldukça çirkindi.
“Hoş geldin canım, içeri gelsene.”
“Hayır başka bir şey için geldim ben. Carna’yı arıyorum. Carna Cohen. İçeride mi?”
“Hayır canım dışarıya gönderdik onu."
"Ne zaman gelir?"
"Hiç belli olmaz. Gelsene, Carna'yı sorduğuna göre sarışınlardan hoşlanıyor olmalısın.”
Kapıyı hafifçe araladı. İçeride on - on beş kız vardı ve bir çoğu sarışındı.
“İçeri gelmek istemediğine emin misin?”
“Eminim. Gelmeyeceğim. Carna buraya geldiğinde uğradığımı söyleyin. Adım, İnanç.”
“Sadece İnanç dersem hatırlar mı?”
“İnanç de. Sadece İnanç!”

Yaşlı kadından gelen küf kokusu beni iyice sarmıştı. Eve doğru yola koyuluyordum ki, arkamdan bir ses geldi. İnce, kadınsı ve şehvetli bir ses.
“İnanç, dur biraz. Lütfen dur!”

-9. Bölüm Sonu.-


Onur Budak

8 Aralık 2013 Pazar

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 8

















Yürüdüm. Kısa adımlarla, uzun uzun. İnşaat halindeki bir binanın önünden geçtim, çivi sapladıkları tahta parçası yerde duruyordu, ayakkabılarımı deleceğini biliyordum, üzerine basarak yürüdüm. Ayaklarım ıslanıp su toplayacak, soğuktan moraracak ve şişecekti, biliyordum. Hepsini kabul ederek yürüdüm. Yürüdüm, uzun zaman yürüyemeyecek hale gelene kadar, ah, Carna Cohen’in yanına bir daha asla gidememek için yürüdüm. Carna… Benim minik peri kızım, nesin sen? Arabaları durdurup pazarlık yapan şu ucuz görünümlü Slav kadınlarına bakıyorum, onlar kadar soğuğa dayanıklı olabilir misin? Yürüdüm. Yürüyorum. Yürüyeceğim…

İşte bir Kilise’de çan sesi, bedenim ölüyor.
İşte bir Camii’de Salâ sesi, ruhum ölüyor.

Yağmur hızla yağıyordu. Önünden geçtiğim apartmanın girişinde işte o, Carna. Beni çağırıyor. İnanç, gel, ıslanma… Gitmedim. Yürümeye devam ettim. Yola çıktığım yeri hatırlayamıyorum, o sokak, o ev, Carna, babası –ya da babası sandığım o alçak genel ev sahibi- hepsini unuttum, hatırlamıyorum. Ama vardığım yer, Galata civarıydı. İşte başını kartonla örtüp, bağıra çağıra şiir okuyan bir adam. Belki de, Carna’nın nefesinden daha güzel kokuyordur içkili ağzı. Belki çöpleri karıştırdığı şu kararmış elleri, yıkandığı zaman, Carna’nın o uzun ve bakımlı ellerinden –elleri ne kadar güzeldir- daha temiz olur.

“Size bir şiir okusam?”
“Git başımdan ihtiyar, iyi değilim.”
“Benim de kafam dönüyor ulan, bir şeyler oluyor bana. Kafam dönüyor.”
“Bekle beni burada ihtiyar. Bekle.”
“Ha siktir oradan ulan! İstediğini çağır, ha siktir! Kimseden korkum yok. Kralını getir. Duydun mu ulan, kralını getir.”

Galata Kulesi’nin yan tarafındaki yarı bodrum tekel bayisine gittim. Ayten Alpman’ın plağından kazandığım paranın büyük bölümü duruyordu. Beş bira aldım, biraz da tuzlu fıstık ve cips. İhtiyar söylediği gibi korkusuzca bekliyordu. Başına doğru tuttuğu kartonuyla birlikte, caddenin ortasına kadar çıkmış beni bekliyordu. Görünüşe göre o insanların alçaklıklarından korkmayıp, yağmurdan korkuyordu. Benim durumum da bunun tam tersiydi ve onunla birlikte her şeye karşı dimdik durabilirdik.

“Bulamadın mı kimseyi? Olmadı mı? Çıkmadı mı kimse?”
“Buldum. Beş kişi geliyoruz, hepsi elimde.”
“Gelin ulan. Hadi gelin. Gelin.”
Elimdeki beş birayı da sığındığı apartmanın alçak merdivenlerine koydum. Ağlayan bir çocuğa yalancı meme veren bir anne gibi hissediyordum. Ona, geçici bir mutluluk vermiştim.
“Sana bir şiir okuyabilir miyim? Sana bir şiir okusam?”
“İhtiyar, adın ne senin?”
“Müştak ulan. Müştak.”
Hava bir iki saat sonra aydınlanacaktı ve tüm acılarımın, karanlığın içine gömülüp yok oluşunu izleyecektim. Biralar Müştak Abi’ye, Müştak Abi de bana destek oluyordu. Onun kalın sesine, küfür bile yakışıyordu.

“Verdiğin her kederin yüreğimde bir yeri var / Gel desen gelemem“
 “Müştak Abi, bir kız var.”
“Gel desen gelemem / Git desen gidemem / Öl desen kanım akmaz“
“Abi, gamzelerini bir görsen. Gamzelerini şu yağmurlu gece görse, aydınlanır, gökkuşağı açar.”
"Anladım artık seni sevmek yüce bir şey / Anladım seni sevmek Tanrı'ya yaklaşmak gibi..."
Müştak Abi beni dinlemiyordu. Ben de onu dinlemiyordum. Ama bir şeyler söyledikçe kafamız boşalıyordu. Yağmur dinmişti, elindeki kartonla başını korumaya devam ediyordu.
“Abi, dindi yağmur, at elinden artık kartonu.”
“Ben kartonu atamam ki. Yine yağmur yağarsa? Belki yağar. Karton kalsın. Bak birkaç damla düşmeye başladı, ıslandık galiba.”
Birkaç damla düşmüştü. Sadece birkaç damla, daha fazla ağlamayacaktım.
  
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber geçecek sandığım acım, tam tersine daha da belirgin olmuştu. Karanlıkta gözükmüyordu acılarım, ışığa geçmiştim. Cihangir’in bu karmaşık sokaklarında uykusuzluktan kaybolabilirdim ama acım beni ayakta tutuyordu. Eve geldim, anahtarı rast gele bir köşeye fırlatıp yatağıma uzandım. Göreceğim düş, korkunç olacaktı…

Amsterdam’ın sıra sıra genelevlerini barındıran Kırmızı Fener Sokağı’ndaydım. Camlardaki fahişeler, arkalarında orta yaşlı seks budalası zengin adamlarla beraber içki içip, bana gülüyorlardı. Sokağın sonlarından bir çığlık yankılanıyor, beni çağırıyordu. İlerlemeye başlamıştım. Vitrinlerde striptizci kızlar şehvetli öpücükleriyle beni içeri davet etse de, çığlığın geldiği yöne doğru gitmeye kararlıydım. Sesin olduğu binanın önüne geldim. Ses kısa çığlıklara dönüşmüştü. Beş saniye arayla gelen, kısa çığlıklara. Orta yaşlı kodaman bir adam, içeride bir kadınlaydı, emindim. Geri dönmeye yelteniyordum ki, beşer saniye aralıkla gelen çığlıklar ismime dönüşmüştü. "İnanççç… İnanççç. İnanççç." Apartmanın kapısı açıktı, hızla koşmaya başladım. Ses sekiz numaralı daireden geliyordu. Kapı kapalıydı. Yumrukladım. Adım artık üç saniyede bir duyuluyordu. Bir tekme, bir yumruk, kapı kapalıydı. Adım her saniye artan bir sesle duyulmaya başlıyordu ve gerilip kapıya omuz attım, kapı açılmıştı. İçeriden gelen pis koku ve buhara aldırmadım. Yatak sağda duruyordu. Kafamı çevirdim. Tanrım! Carna. Carna Cohen ve üzerinde bir adam! Çek o pis ellerini Carna’nın ellerinden diyerek masanın üzerinde duran şarap şişesini adamın kafasına geçirdim. Carna ağlamaya başladı, ne yaptın sen diye bağırarak göğsüme rast gele yumruklar sallıyordu. Her şeyin geçtiğini, bu lanet yerden onu hemen kurtaracağımı söyledim. Carna’yı zorla kucakladım ve sesi duyulmasın diye elimle ağzını kapattım. Kapının eşiğine geldiğimizde, Carna elimi ısırdı, elim kanıyordu. Kan tutmaması için kafamı odaya çevirdim, az önce kafasına şarap şişesini geçirdiğim adamın ben olduğunu gördüm. Kendimi öldürmüştüm. Bu nasıl olabilirdi, aman Tanrım’dı, burada neler oluyordu?

Uyandım. Saat öğlen olmuştu ve burnumdan akan kan çoktan yastığımı kirletmişti… Birden kapı çaldı. Yoksa... Carna Cohen! Yataktan o kadar hızlı fırlamıştım ki, bir süre başımın döndüğünü hissettim. Kapıyı açmadan önce kendime söz verdim. Carna Cohen’i asla affetmeyecektim. Dore sarısı saçlarını, çillerini, gamzelerini, ellerini görünce, hepsine her gece dokunulduğu aklıma gelecekti, cebimdeki tüm parayı suratına çarpıp, kapıyı kapatacaktım. –Ah, Carna Cohen. Peri kızım... Bütün bunları sana nasıl yapacaktım?-

Kapıyı açtım. Çok şaşırmıştım…

-8. Bölüm Sonu-


Onur Budak

7 Aralık 2013 Cumartesi

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 7

















Carna Cohen, benim peri kızım…
İşte gelmişti ve bana kalsa Cafe De Monte’de oturan herkes, onu görünce ayağa kalkmalıydı. Kahvesini istedikten sonra karşıma oturdu. Tüm alçak gönüllülüğü ile konuşmaya başladı. Ruhumun okşandığını hissediyordum...

“Merhaba, çok bekletmedim ya?”
“Yok hayır, ben biraz erken geldim burayı tanımak için. Farklı mekanlara alışmam zor oluyor da…”
“İlginç. Yani zor alışıyor olmak… Sanırım bir tek yeni bir eve çıktığım zaman oluyor bende…”

Yutkundum. Yutkunmamla tüm cümlelerim kayboldu dilimde. Ah, Carna, ben de yeni bir eve çıktığım zaman alışma zorluğu yaşarım. Ama nereden bilebilirsin ki, senin yanımda olduğun her yerin benim için bir ev sıcaklığında olduğunu... Şu ellerin, masanın üzerine koyduğunda her yeri nasıl da güzelliyor. Masaya ve üzerine koyduğun ellerine baktıkça, annemin çiçek koyduğu cam önleri geliyor aklıma…

“Huydan çok, kendi kendime oluşturduğum kuruntular bunlar Carna, bakma sen…”
Bak, Carna. Yüzüme bak. Nasıl da seyiriyor gözlerim… 
“Efendim kahveleriniz.” dedi ve masaya ufak bir kapta kuş lokumu bıraktı garson.
“Teşekkürler…”

Carna, kahve fincanını tutup dudaklarına doğru götürdü. Bu fincan kadar şansım olmalıydı hayatta. Beni de böyle yıkıntılı, amaçsız, tek düze dünyadan alıp kaldırmalıydı havaya. Dudaklarına götürüp, öpmeliydi ağzımın kenarından…

“İsmini sadece nüfus cüzdanında gördüm, doğrusu senin ağzından duymak istiyorum.”
“İsmim… Sahi, hiç söyleme fırsatım olmadı. İsmim İnanç. Pek hikayesi olan bir isim değil. Bu isim verilirken aile tartışmaları da çıkmamış. Ben de artık ismimin hikayesini kendim arıyorum. Ve inanacağım o şeyi, bir gün bulacağım…”
“İnanacak şeylerin varmış aslında. Geleceğe inanıyorsun işte sen. Umutlara…”
“Bak hiç bu açıdan düşünmemiştim…”
Carna, peri kızım. Açı demişken, bu açıdan ne kadar da güzel gülümsüyorsun!
“Peki ya, Carna? Bu yabancı kökenli ismin bir hikayesi var mı?”
“Annem Türk, babam Kanada’lı. Mutlu başlayan bir ilişkinin, mutlu sanılan meyvesiymişim. Annem genç yaşta Amerika’ya yerleşmiş. Babamla orada tanışmışlar. İki yıllık bir evlilik, sonrasında ben, Carna Cohen, katil olarak doğan bir kız çocuğu… Kısacası, annesi ölürken doğanlardanım ben…”

Yıkılmıştım. Bu güzel bedenin içerisinde böylesine derin bir acı… Annesini tanımıyordum ama ölmeyi hak etmemişti. En azından, böyle bir kız çocuğunu dünyaya getirdiği için teşekkür etmeliydim ona. Masada duran peçeteyi, Carna’ya uzatarak konuştum.

“Ben çok üzgünüm. Özür dilerim. Kabuklarını soydum istemeden. Annen… Huzur içinde uyusun…”
“Özür dilemene gerek yok, nereden bilebilirdin ki? Hem onu anmış oldum. Ve içimde hala birkaç duygunun kaldığını görmem bana iyi geldi, bu acı olsa bile… Anlattığım gibi işte, daha sonra da babamla beraber buraya, İstanbul’a yerleşmişiz. Annemin büyüdüğü yerler, hatıraları, bir sürü şey işte, bunlarla yaşamak istemiş babam. Lavaboya gitmem gerekiyor, izninle.”
Bir an, onun çektiği acıyı bedenimde hissettim. Tüylerim diken diken olmuştu, içimde bir cam parçalanmış ve her nefes alışımda biraz daha batıyordu… Ona soracak daha çok şeyim vardı…

“Biraz daha iyisin ya?”
“İyiyim iyiyim, merak etme. Sen anlat biraz, ne ile meşgulsün, bir işin var mı?”
“Senaryo yazıyorum ben. Şu “Kırmızı Düş” dizisini yazıyorum.”
“Ne güzel, diziyi hatırlayamadım, televizyonla pek aram yoktur, izlemem ben.”
“Pek fazla izlenen bir dizi değil, ben de izlemiyorum zaten. Saçma bir dizi işte. Sen ne iş yapıyorsun?”
“Şu sıralar çalışmıyorum.”

Carna Cohen ile üç saat boyunca Cafe De Monte’nin yuvarlak masasında karşılıklı oturduk. O anlattı, ben dinledim. Ben anlattım, anlatırken bile onu dinledim. Gözlerini her kapatışında, elini saçlarına her atışında bir kuş sesi duyuluyordu sanki. Birden farklı boyutlar kazanıp, zamanın ötesine geçtiğimi gördüm. Kulaklarım çınlamaya başladı ve her şey çok ağır ilerliyordu.  Josephine Foster, I'm A Dreamer şarkısını bir kez de bizim için söylüyordu ve artık, Carna'nın beni sevmesinden başka bir şey istemiyordum…

“Çok geç olmuş, güzel bir akşamdı ama benim artık eve gitmem gerekiyor.”
“Güzel bir akşamdı… Seni evine bırakayım…"
“Ben kendim de gidebilirim aslında.”
“Hayır hayır, Taksi!”
“Yürüsek?”
“Peki, yürüyelim.”

Carna ile evine doğru yürümeye başladık. Aklıma, Kafka’nın bir cümlesi geldi.
“Yanımda yürüyordun Milena, düşünsene, yanımda yürümüştün.”
Artık, Kafka’yı en iyi anlayan kişi bendim… Carna’nın evine bir iki sokak kalmıştı. Orta yaşlı sarhoş bir adam önümüzde durdu ve ağzındaki o leş kokuyla birlikte, birkaç cümle kustu.

“Carna, uzun zamandır yoksun, bu akşam için bir planın var mı?”
 “Carna, kim bu adam, tanıyor musun?”
“Eski bir aile dostumuz. Uzun zamandır aile ziyaretlerine katılmıyordum da…”
“Aile dostunum tabii.”
“Müsait değilim katılamayacağım, başka sefere artık. İnanç, hadi gidelim.”
Carna, telaşlı görünüyordu. Yürümeye devam ettik. Kapısının önüne geldiğimizde, kaza günü onu evine bırakırken gördüğüm sarışın adam kapıda bekliyordu.
“Baban sanırım?”
“O mu? Şey, evet babam.”
Babası oldukça sinirli gözüküyordu. Tam durumu izah etmek için konuşmaya başlayacaktım ki, adam öfkeli bir şekilde konuşmaya başladı.
“Az önceki adamı yine ektin değil mi? Kaç gündür seni soruyor. Çabuk içeri geç.”
Neye uğradığımı şaşırıp, Carna’ya baktım. Hoşça kal diyerek hızla içeri girdi. Babası bana doğru baktı, kızımı bir daha rahatsız etme gibi laflar duymayı çok istiyordum. Konuştu.
“Hey genç adam, bu kız bu akşam kaza günü yaptığın iyiliği sana ödemiştir umarım. Bir daha bu kızı görmek istiyorsan, ödemeyi sen yaparsın!”

Kapı kapandı. Kapıyla beraber avuçlarım da yüzüme kapandı. Yağmur başlamıştı ve umarım biraz yağmur her şeyi temizlemeye yeterdi…

-7.Bölüm Sonu-


Onur Budak

5 Aralık 2013 Perşembe

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 6

















Hayalle gerçek arasında büyük gelgitler yaşadım. Sabah aynaya yansıyan yüz gibi, her şeyin suratıma çarpan soğuk bir su ya da adice çalan bir telefonla silinebileceğini düşündüm. Ama benimle konuşmuştu. O ince ve mahcup olduğu kadar, kadınsı ve şehvetli sesi kulaklarıma dolmaya devam ediyordu işte!

“Evet dün. Dün gece… O kadar dikkatsiz çıkmamalıydım sokağa. Ama meraklanacak bir şeyim yok, eskisi kadar iyiyim.”

Eskisi. Eski. Bir an için, bu kelime kaya gibi üzerime yuvarlandı. Bir gün, birilerine benden de eski diye bahsedecek miydi? Eskimeyecektim. Bunun için kendime söz verdim. Peki ya eskiden kastı neydi? Eskiden nasıldı? Nerede, kiminleydi? Carna Cohen. Yüzünün tüm hatlarını bilip, içini zerre kadar tanımadığım peri kızı… Carna, konuşma sırasının bana geldiğini anlatmak için, kafasını zekice aşağı indirip, kaşlarını yukarı kaldırdı. Dudakları büzülmüştü. Konuştum.

“Çok sevindim. Kaza işte, geldi geçti. Adresimi nereden buldun?”
“Biraz teşekkürün yanında, bir de cüzdanını getirmek için buradayım.”
“Cüzdanım?”
Arka cebim gerçekten boştu.
“Evet, ben de nerede düşürdüm diye meraklanmıştım. Numaram bir kağıtta yazılıydı, arasaydın gelip alırdım, zahmet ettin.”
“Beni eve bıraktıktan sonra düşürmüşsün. Arkandan seslenmişler ama duymamışsın. Dünkü yardımından sonra kendim getirmek istedim. Carna dedin, ismimi nereden biliyorsun?”
“Köprücük kemiklerin…”
Sağ eliyle köprücük kemiğinde ki dövmeyi yokladı.
“Evet, nasıl da unutmuşum.”
“Carna, içeri gelmek istemez misin?”
“Benim yapacak birkaç işim var. Ama saat sekiz gibi sen de uygun olursan, Cafe De Monte diye şirin bir yer var, evine yürüme mesafesinde sayılır ve kahveleri çok iyidir, orada buluşabiliriz.”
“Akşam sekiz… Peki, orada görüşmek üzere…”

Bu kendinden emin tavırlarıyla konuşan kişi ben miydim? Akşam sekiz. Cüzdanıma baktım. Uğur için tuttuğum iki liradan başka param yoktu. Düşünmeye başladım. Saat öğlen ikiydi. Dizi geldi aklıma. Bir bölümü bitirmem yaklaşık dört günümü alıyordu. Önümde, hali hazırda atılmış bir başlık dışında hiçbir şey yoktu. Ama artık bitirmem için bir gerekçe vardı.

Çalışma odama geçtim. Bu oda aynı zamanda salonum ve mutfağımdı. Aslında bakarsanız, evimin tek odası buydu. 1974 yılına ait bir plağa uzandım. Üzerinde "Yanımda Olsa" ve "İstersen" yazılı bir 45'lik. İğneyi pikabın ortalarına doğru nazikçe bırakıp masama geçtim. Ayten Alpman, tüm büyüsüyle "Al götür beni çok uzaklara..." diyordu ve Carna Cohen, beni gerçekten oturduğum masadan uzaklara, çok uzaklara götürmüştü...

“Kırmızı Düş – 23.Bölüm”
Müthiş bir hızla yazıyordum. Dizideki kızın sahnelerine tekrar bakmam gerekiyordu çünkü yanlışlıkla Carna’yı anlatıyor olabilirdim. Parmaklarım acıyordu. Saate baktım, dörde geliyordu. Ve nihayet o beklenen cümle, “23. Bölüm sonu.” İnsanlar gerçekten diğer bölümü merakla bekleyecekti. Ama ben, zerre kadar merak etmiyordum çünkü berbat bir diziydi. Aşk, ihanet, yasaklar. Bu dizinin senaryosunu yazmak, bir fırında hamallık yapmaktan farklı değildi. İkisi de, sadece beden gücü gerektiriyordu. Düşüncelerimin hiçbir önemi yoktu çünkü benim düşünerek yazacağım hiçbir şey tutmazdı.

Orkun Abi’yi aradım. Senaryoyu saat beş gibi şirkete getirmem konusunda anlaştık. Üzerime bir mont alıp evden çıktım. Uğur olarak cüzdanımda tuttuğum iki lirayla simit aldım. Bugüne kadar o iki liranın hiç uğur getirdiğini görmediğim gibi, kullanınca daha çok işe yaradığını anladım. Tabelada BCA YAPIM yazan binanın önüne geldim. Carna Cohen hayatıma girmese, BCA’nın açılımını merak ederdim. Ama o, vardı ve kafam çok daha farklı şeylerle meşguldü. Ne giyecektim, ne konuşacaktım, ya ona aşık olduğum?

“İnanç, buradayım oğlum gel.”
“Abi boş bir zamanımızda şu BCA’nın açılımını bir anlat bana.”
“Oğlum, işte B…”
“Abi çok boş bir zamanımızda…”
“Tamam ulan tamam. Ver hadi senaryoyu.”
“Al abi. Biraz acelem var, muhasebe kaçıncı kattaydı?”
“İnanç, ben konuştum muhasebeyle. Kanaldan parayı alamamışlar daha, bir haftaya kadar hallederler o işi, ararım ben seni.”
“Abi çok ihtiyacım vardı…”
“Benim de ihtiyacım var oğlum. Bir sürü ödeme var bak görüyorsun.”
“Tamam abi tamam. Konuşuruz para işini tekrar. Mümkünse biraz öncelikli davran benim mevzuya. Cüzdanımdaki iki liralık uğur paramı da harcadım.”
“Tamam oğlum. Diğer bölümü bırakmaya gelirsin bir hafta sonra, paranı da alırsın muhasebeden.”

BCA’dan koşarak çıktım. Tabelaya yüzümü dönüp küfür ettim. Orkun Abi’yi seviyordum ama Carna çok güzeldi. Eve doğru koştum.  Çabucak içeri girdim. Saat yedi olmuştu. Bir yerlerden para bulmam gerekiyordu... Üzerimi değiştirdim. Siyah bir pantolon, siyah uzun kollu bir tişört, siyah ayakkabılar, siyah bir mont. Siyah ciddiyet demekmiş, bunu da annemden öğrendim!

Evden çıktım. Yanımda Ayten Alpman'ın 45'liği vardı. Geçen ay iki sokak aşağıdaki antikacıda görmüştüm Ayten Alpman plaklarını. Elimdeki 45'lik, antikacıda yoktu ama artık olmalıydı. Islak bir ıslıkla çaldım Ayten Alpman'ın şarkısını. Ondan böyle özür diliyordum. Antikacıya girdim, plağa tahmin ettiğim gibi talip oldu. 

"100 Lira verebilirim." 
"Koskoca Ayten Alpman'a mı? Hakaretiniz sizde kalsın, plak bende."

Blöfümü tabii ki yemişti. Bir gün bu 45'lik için geri döneceğimi söyleyip, antikacıdan aldığım 150 lirayla, Carna ile buluşacağımız kafeye doğru yola çıktım. Cafe De Monte... Yıllar sonra önünden geçerken, çocuklarıma “anneniz ile ilk burada buluştuk” diyeceğim mekan. On dakikalık yürüme mesafesinden sonra kapısında durduğum şirin yer... Neden bilmem, buraya bakınca aklıma Paris’in şirin kafeleri geldi. Kaldırımlara atılmış yuvarlak masalarında dünyaca ünlü yazarları konuk eden kafeler. Mesela Café De Flore! 

Kaldırımda bulunan bir masaya oturdum. Ufak beyaz masaya baktım, Carna’nın elleri masaya çok yakışacaktı. Bir kahve söyledim. Cafe De Monte’de, Glen Hansard çalmaya başladı. Garson tam uzaklaşıyordu ki; o ince ve mahcup olduğu kadar, kadınsı ve şehvetli ses üzerime doğru gelmeye başladı, teslim olmaya çoktan hazırdım… Kırmızı topuklu ayakkabılar, kırmızı uzun çoraplar ve henüz dizine kadar ulaşamayan beyaz bir etek. Üzerinde ki beyaz bluz ise, köprücük kemiklerine haksızlık yapıp onları kapatmıştı. Bluzun üzerine giydiği kırmızı cekete baktım, beni o renkle bir kez daha barışmaya yetmişti. Karşımda duran kıpkırmızı dudakların bir çizim olduğunu düşünüyordum ki, çizim birden boyut kazandı ve kıpırdayıp aralanmaya başladı.

“Ben de şekerli bir kahve alabilir miyim?”

-Bölüm Sonu-

Onur Budak

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 5

















O gece gözüme uyku girmedi. Önceki geceler nasıl uyuduğumu hatırlamaya çalıştım, olmadı. İnsan, uykuya dalmadan önceki o son anı asla hatırlayamaz. Zihnin, düşünceleri silip vücudu yarı ölü hale getirdiği o son anı… Peki, Carna Cohen, şuan uyuyor muydu? Sürekli onu düşünüyordum. Çıkıp sokaklarda ıslanmak istedim, ama yağmur yağmıyordu. Sahi istediğimiz şeyler neden olmaz ki?

Hava soğuk. Kız. Carna. Carna Cohen. Köprücük kemiği. Köprücük kemiğine uzansam hemen uyurdum… Dore sarısı saçları. Saçlarına tutunup özgürlüğe sürüklenebilirdim…  Kahverengi çilleri. Çilleri her noktasından öpülmeyi bekliyordu…  Dudakları. Yıllar öncesinde köprüden düşürülüp kırılan ölümsüzlük iksiri, dudaklarına dökülmüş olabilirdi… Mavi gözleri. Gözleri denizi ikiye bölebilirdi… Elleri. Ellerini uzatsa göğe, gökyüzünden bir yıldızı aşağı indirebilirdi.  Ve gamzeleri. Gamzeleri büyük bir krateri andırıyordu ve o çukurun içinde yaşayabilirdim… Ölüm döşeğinde kan ter içinde kalmış bir insan gibi gözlerimi derin bir uykuya kapadım. Huzurluydum…
   
“Sunday is gloomy, my hours are slumberless
Dearest the shadows, i live with are numberless
Little white flowers, will never awaken you”

Telefonum, Reszo Seress’in yazdığı bu hırıltılı şarkıyla beni uyandırmaya çalışıyordu. Önce 1933 yılında Budapeşte’de bir genç, bu şarkıyı dinledikten sonra kendini vurmuştu. Daha sonra Londra’da bir apartman dairesinden yükseliyordu Gloomy Sunday. Ve kapı açıldı, bir kadın aşırı dozda uyuşturucudan çoktan ölmüştü. Bu hırıltılı şarkıyla her uyandığımda aklıma daha yüzlerce intihar örneği geliyordu. Bu aptal düşüncelerden kurtulmalıydım. Çünkü artık tutunacak bir dalım, Carna Cohen’im vardı. Carna Cohen...

Kafamı öldürülmüş kuşların tüyünden olmadığı için, sert olan yastığımdan kaldırdım. Lavaboya gittim. Aylar sonra aynaya bakıyordum. Yüzüm bir yerden tanıdık geliyordu. Esmer tenime dokundum. Yeni doğmuş bir bebeği keşfeder gibiydim. Çekik gözlerimi uzun uzun seyrettim. Kaşlarım yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuk gibi, sürekli yerden kaldırılmayı bekliyordu. Dudağım çiğnenmişti ve soğuktan olsa gerek, çatlamıştı. İki elimle dudağımdaki çatlağı araladım. İçerisine gizlenmiş acıyı merak ediyordum ki bir iki damla kan merakımı gidermişti bile. Sakallarımı en son ne zaman kestiğimi düşünmeden elime paslanmış usturayı aldım. Suratıma biraz sabun sürüp, sakallarımı kesmeye başladım. Carna Cohen’in uzun bacaklarına kadar inen bir gömlekle benim traş oluşumu izlediğini düşündüm. Sessiz olmalıydım çünkü çocuğumuz uyuyordu. Onunla bana ait olan minicik bir nefes… Tanrım! Bu düşlediğim hayat, Sibylle Baier’in şarkıları gibi güzel! Bu hayat için her şeyimi feda edebilirdim, ama hiçbir şeyim yoktu. Suratıma çarpan soğuk su ve çalan telefon beni bu düşten uyandırdı. Yüzümü kuruladım, ellerim ıslak kalmıştı. Arayan Orkun Ünal’dı. Orkun Abi. Yönetmen.

“İnanç naber oğlum?”
“İyiyim abi, senaryoyu yazıyordum ben de. Sen nasılsın?”
“İyiyim İnanç. Senaryo işini hatırlatmak için aradım ben de. Yeni bölümü çekmeye başlıyoruz. Bir iki güne gönder bölümü.”
“Tamam abi, bitti sayılır zaten.”

Uzun zamandır kimse bana ismimle hitap etmiyordu. İsmimin güzelliğini yeni yeni keşfediyordum. İsmim, günler önce anlam kazanmıştı. İnanç. Artık inandığım bir şey vardı… Yirmi yaşında bir genç için imkansız gibi görülen bir meslek. Yazarlık. Ama utangaçlığıma baktığım her an, bu benim işim diyordum. İnsanlardan uzak. Karmaşadan uzak. Tek ihtiyacım olan şey yazabileceğim araç gereçler. Besin kaynağım filmler, diziler, kitaplar. İzledikçe, okudukça tecrübe ediniyordum. “Yazarlar, tecrübesini başkalarını gözlemleyerek alan insanlardır ve yaşayamadıklarını yazarlar.” Bunu da bir filmde duymuştum. Haklıydı.

Yeni bölümü yazmaya başladım. “Kırmızı Düş – 23.Bölüm”

Tek yazabildiğim bu cümle olmuştu. Gözüm saatteydi. Geceyi bekliyordum. Carna Cohen’i görmeyi. Derken kapı çaldı. Kira günü bir hafta önceydi ve hala ödememiştim, ev sahibi gelmiş olabilirdi. Ya da Orkun abi. Senaryoyu hala göndermemiştim ve artık sinirlenmiş miydi? Kapıya yöneldim. Delikten baktım, kimse gözükmüyordu. Gelen her kimse, evde olmadığıma inanıp geri dönmüş olmalıydı. İçeri doğru yöneliyordum ki, kapı bir daha çalmaya başladı. Sinirlenmiştim. Suçlu olsam bile, bir insanı bu kadar rahatsız etmeye kimsenin hakkı yoktu.

“Kes artık şu kapıyı çalmayı!”
“Şey, ben özür dilerim rahatsız..”
Cümlenin geri kalanını duymadım. Sanki uykuya dalmadan önceki o son anımı yaşıyordum.  Tanrım! Bu karşımda duran kişi, senin varoluşunun en büyük kanıtlarından biri!

“Ben başkası sandım, bir sürü alacaklı falan işte. Carna… Düne göre çok iyi görünüyorsun!”

-5. Bölüm Sonu-


Onur Budak

4 Aralık 2013 Çarşamba

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 4

















O kız caddeye fırladığı an, şehrin tüm pisliği bir bal kabağının içerisine gizlendi ve masalda olduğu gibi her şey inanılmaz bir güzellik kazandı. Şu dar merdivenli apartmanın önünde duran fahişe, birden İngiliz Kraliyet Ailesi’nin düzenlediği bir baloya gidip, Greensleeves eşliğinde dans edecek bir hanımefendiye dönüşmüştü. Caddede yanan kırmızı ışığa aldırmadan hızla gelen Tofaş Şahin, 1975 model kırmızı bir Mercedes olmuştu. Mercedes, bununla kalmayıp hızla caddeye fırlayan kızın üzerine gelmeye başladı. Akıl almaz bir fren sesi eşliğinde direksiyon artık sahibinin kontrolünden çıkıp, kendisini kadere teslim etti. Mercedes’le kız arasında 20 metre kalmıştı ve her şey gittikçe tehlikeli bir hal alıyordu. 

Gözlerimi kapattım. Ve duyduğum sesle, gözlerim yerine kulaklarımı kapatmam gerektiğini anladım. Tanrım, arkamda duran iki katlı bina çökmüş olmalıydı. Bunun için dua ediyordum. Gözlerimi açtım. Yerde saçları dore sarısı, kaşları tek tek yerleştirilmiş ince ve sık, bacakları ve elleri uzun bir kız yatıyordu. Yanaklarına bakamadım. Orada yirmi bir tane çil görmekten korkuyordum. Bilincimi koruyup, yanına yaklaştım. Tanrım! Eksiksiz yirmi çil yüzüne ne güzel dağılmıştı. Bir tane çili düşmüş olmalıydı. Bomboş caddeden, on-on iki kişilik bir insan grubu doğup, kızın başına gelmişti.
“Ambulansa haber versin birisi!”
“İlk yardım bilen kimse mi yok?”
“Yakınlarına haber verelim!”

Yardım etmeye gelen tüm insanlar, o an gözümde bir leş kargasına dönüştü. Onu kıskanıyor muydum? Hem de böyle bir anda? Kendi iç savaşıma bir son verip, kızla ilgilenmeliydim. Konuştum;
“Açılın, çıkın önümden! Ben erkek arkadaşıyım!”
Tanrım! Ağzımdan çıkan cümleler birer toplu iğne gibi boğazıma yapışmıştı. O toplu iğneleri çıkarmanın daha çok acı vereceğini düşünüp, orada kalmalarını sağladım.
“Sevgilisiyim dedim, izin verin!”

Derken gözlerim Kırmızı Mercedes’e takıldı. Bir ağaca vurmuş, ön bölgesinden hasarlı bir şekilde, masum dumanlar çıkarıyordu. Sevinç çığlığımı içime gömdüm. Mercedes, kontrolünü kadere bırakmıştı ve kader yönünü kollarımda duran kız yerine, ağaca çevirmişti. O halde kız neden kendinde değildi? Çünkü korkmuştu. Bir serçe gibiydi ama serçe gibi kaçmaya çalışmıyordu. Kollarımda mutluydu. Çillerinden öptüm. Benim güzel, Carna Cohen’im… Köprücük kemiği gözüküyordu ve bu isim orada yazıyordu. Tanrım… Ne asil bir isim ama! Carna Cohen! Benim güzel peri kızım…

“Su getirdim, içirin hadi.” Diyerek yaşlı bir kadın yanımıza yaklaştı.
Avuçlarıma döktüğüm suyu önce Carna’nın suratına sürdüm. Su avuçlarımda şifa bulmuş olacaktı ki, gözlerini biraz olsun açtı. Gözlerini ilk defa bu kadar yakından görmüştüm. Denizin ortasından, en temiz yerinden alınıp yerleştirilmiş bir maviydi ve aynı zamanda güneş gibiydi. Onlara çıplak gözle uzun süre bakamazdınız…
“Bana ne oldu, neden buradayım?”
“Merak etme, iyisin. Ufak bir kaza atlattın, paniklemiş olmalısın ki bayıldın.”
Etrafımıza toplanmış herkes, kırmızı Mercedes’in başına çoktan gitmişti. Yalnız kalmıştık. Mercedes’e tekrar baktım, kırmızı bu defa avuçlarımın Carna’nın suratına değmesine, onun kollarıma uzanmasına neden olmuştu. Geçmişim geldi aklıma... Gerçekten o küçük kız beni kırmızı yüzünden mi terk etmişti? Ya babam? Onu kırmızı mı uzaklaştırmıştı? Eğer tüm bunların nedeni kırmızı olmuş olsa bile, artık ödeşmiştik.
“Peki sen kimsin?”
“Ben. Günlerdir seni arıyorum, burada bulurum umuduyla geldim ve o müthiş kaza. Müthiş çünkü, seninle bu sıcacık anları yaşamama sebep oldu.” Demeyi çok isterdim, ama diyemedim. Her zamanki utangaçlığım, doğruları söylememe engel oldu.
“Ben biraz hava almaya çıkmıştım ki, o korkunç kazayı gördüm. Yerde yatıyordun ve yardımına geldim. Hepsi bu…”
“Bir şeyim yok, maalesef ucuz atlattım sanırım. Ah, kolum…”
“Fazla acele etme istersen, bir ambulans geliyor.”
“Gerek yok. Kazayı unut ve ayağa kalkmama yardım et. Eve gitmem gerek.”
“Nerede oturuyorsun?”
“Hemen şu kırmızı bina…”

Onu kapıya kadar getirdim. Kapıyı yaşlı denilmese de gençte sayılmayacak, uzun boylu, kısa sarı saçları olan, mavi gözlü ve bir baba olarak hiç azımsanmayacak kadar yakışıklı birisi açtı.
“Carna! Neredesin sen! Neden bu kadar geç kaldın!”
“Efendim. Ufak bir kaza atlattı, merak etmeyin bir şeyi yok, sadece bayıldı.”
Oysa adam zaten merak etmiyor gibiydi. Onu kucaklayarak içeri geçti, kapı aralık kalmıştı. Sırtımı döndüm ve yola koyuldum. Derken adam seslendi;
“Delikanlı, yardımın için minnettar kalacağım, şu parayı kabul et.”
Yalan söylüyordu. Minnettar kalmayacaktı.
“Para için yapmadım, ona gerçek sevgi ile bakarsanız, çillerini göreceksiniz. Ne güzeller değil mi?”
Diyemesem de, parayı kabul edemeyeceğimi söyleyip ayrıldım. Israr etmedi. Ceplerime baktım, hiç param yoktu. Ama zihnime kazılı bir çift mavi göz, dore sarısı saçlar, uzun eller, uzun bacaklar, çiller vardı. Ve artık adresini biliyordum.

Kulaklığımı taktım. Louis Armstrong’a ıslığımla eşlik ediyordum. “What A Wonderful World” diyordu ve haklıydı; Ne harika bir dünya!

-4.Bölüm Sonu-

Onur Budak




3 Aralık 2013 Salı

Harpten Dönen Sarı Saçlı Kız / 3

















Baş ağrısıyla uyandım. Filler gibi içip dağıttığımı ve bu çağın en kaliteli alkoliği olduğumu hatırlıyorum. Elimde ki sigara, odamın mavi perdesini tutuşturmak için alabileceği en kırmızı rengi alarak beni ürkütüyor. Korkuyorum. Kırmızıdan hep korkmuşumdur. İlk kez çocukluğumun boyama kitaplarında tanıdım kalbi. Müthiş çizgilerden oluşmuştu ve içini kırmızıdan başka hangi renge boyarsam, abest duracaktı. Boyadım. Yarım sayfalık bir kalp figüründe, yeni açılmış kırmızı pastel boyamı bitirdim.

O günlerde bir kız vardı, saçlarını annem gibi topladığı için aşıktım ona. Büyüyecektim ve annem yaşlanıp benimle ilgilenemeyecek hale gelecekti. İşte o anlarda, benimle o ilgilenecekti. İlgilenmek zorundaydı çünkü saçlarını annem gibi topluyordu. Çekmeceden kağıtları kesmeye yarayan bir eşya aldım. Adı makasmış, annem, “at o makası elinden hemen” dediğinde anladım. İsmini bilmediğim bu eşyanın bir şeyleri kesebileceğini ise babamdan öğrendim. İşyerinde elinde hep bir makas vardı, makassız gezmiyordu. Bu eşyanın bir şeyleri kesebileceğini ilk kez babamın bizi terk ettiğinde anladım. Makassız gezmeyen bir adamdı ve aramızdaki bağları sadece o makasla kesmiş olmalıydı.

Makası elime aldım, biraz sol elimin baş parmağını, biraz da kalp figürünü kestim. Olmadı. Yenisini boyayıp kesmeye yelteniyordum ki, annesi onun adını söyledi ve ekledi, “gidiyoruz artık.” Çabuk olmalıydım ve yapacak bir şeyim yoktu. Kesebildiğim kadar artık diyerek kalbi ona verdim.

Bekledim. Günlerce, haftalarca, aylarca. Anneme o kızın nerede olduğunu soramıyordum. Sorarsam ona aşık olduğumu sanıp benimle dalga geçecekti. Hem babamdan öğrenmiştim, erkek adam merak etmez, merak edilirdi. Babamdan söz açılmışken, söylediği gibi, bizi hiç merak etmemiş, hep biz onu merak etmiştik. Kız ortalıkta yoktu. Kalbimi alıp gitmişti. O kalbi kırmızıya boyadığım için gitmişti. Kırmızı onu ürkütmüştü. O günden sonra kırmızıdan hep kaçtım. Babama kırmızı ne vermiştim de gitmişti diye düşündüm, evet mutlaka bir şey vermişimdir. Bu durumda o kızda, babamda benim yüzümden gitmişti. Ben, hep kırmızı yüzünden terk edilmiştim…

Sabah sabah bu kadar geçmişe gitmenin iyi gelmeyeceğini anladım. Geçmiş bir büyüdür. Yaşanılmış anılarıyla değil, ismiyle, bilinmezliğiyle büyüler. İnsan, hangi devirde olursa olsun, geçmişi hep özler… Perdenin tutuşmaması için elimdeki sigarayı atmama gerek yoktu. Çünkü sigara kullanmıyordum ve hayatım boyunca hiç alkol de kullanmamıştım. Bir an için böyle sanmıştım. Biraz daha düşünürsem, ışığın yansıması, gölgelerin birbiriyle çarpışması gibi bilimsel nedenlerle gördüklerimin halüsinasyon olduklarına inanabilirdim ama bunun için kafa yormaya gerek yoktu. Dün geceki kız geldi aklıma. O gerçek miydi? Rüya olamazdı. Rüyanın içinde rüya hiç olamazdı. O bir anıt gibi dikilmişti karşımda. Onun gerçekliğine yemin edebilirdim, çünkü çillerini unutmam mümkün değildi. Çilleri her noktasından ayrı ayrı öpülmeyi bekliyordu…

Onu bulmalıydım. Mavi duvar kağıtlarıyla kaplı odamda oturup onu düşündüm. Bir noktaya uzun süre bakarsanız, gözünüzü çevirdiğiniz her yerde onu görürsünüz ya, işte o yağmur kokan kızı görüyordum her yerde. Giyindim. Onu gördüğüm yere gidecektim. Ama akşam olmasını beklemeliydim. Raftan bir kitap çektim, akşamı onunla beklemeye karar verdim. Akşam oldu. Zaman hızla geçmişti. Son kez ışığa baktım uzun uzun, ama gözümü çevirdiğim her yerde hala onu görüyordum. Evden çıktım. Anahtarı evde unuttum, ama bunun önemi yoktu.

Karanlık sokaklardan geçtim. Dar ve içerisinde her pisliği barındıran sokaklardan. Ve işte köşe başında bir fahişe, yanında bir fahişe daha, ve bir fahişe de onun yanında. Kadınlar… Çok güzeller.
“Benimle geçireceğin geceden sağ çıkabilir misin ufaklık?”
“Beni tatmin edebilirsen senden para almayacağım.”
-Kahkahalar…
Kendimi bir kız çocuğu gibi hissettim. Dönüp içlerinden birisini eve götürmeyi planlıyordum. Yanlarına doğru yürümeye başladım. Ellerimle cebimi yokladım, en azından biri için yeterli param vardı. Yanına yaklaşıp, yüksek sesle pazarlığa girişecektim. Evet. Tüm şehir pencerede erkekliğime imrenerek bakacaktı. Konuşmaya başladım.
“Aileniz yok mu? Başka bir işte çalışamıyor musunuz? Bakın sizi hayat şartları buraya getirmedi, siz durdunuz…”
-Kahkahalar…
Utandım. Bir fahişeye hayat dersi vermeye çalışıyordum ve tahmin ettiğim gibi tüm şehir penceredeydi, ama herkes utangaçlığıma, bir fahişeyi bile beceremediğime gülüyordu. Charles Bukowski’nin Van Gogh’a söyledikleri geldi aklıma. “Van, orospular kulak istemezler, para isterler.”
Evet böyleydi. Onlar para istiyordu, hayat dersi değil. Utangaçlığımdan bile utanarak yürümeye devam ettim. O kızı bulacaktım. Nefes nefese kalarak onu dün gece gördüğüm yere geldim. Etrafta kimseler yoktu. Hiç olmamış mıydı? Olmuştu.

Saat gece yarısına geliyordu. Ben, elinde utangaçlığından başka bir şeyi olmayan bu genç adam, tüm bu kokmuş dünyanın, fahişelerin, uyuşturucu satıcılarının ve hırsızların, bir masal gibi yerini çillerinin her noktası tek tek öpülmeyi bekleyen o kıza dönüşmesini bekliyordum.  Ve karşılaştığımızda, beni tüm utangaçlığımla sevecekti. Sevmek zorundaydı. Çünkü, saçlarını çoktan annem gibi toplamıştı…

Derken bir kapı açıldı. Bir kız, özgürlüğe koşar gibi fırlamıştı caddeye. Ve üttüğüm çocuklardan kaçtığım anlarda cebimden caddeye saçılmış misketler geldi aklıma. Tanrım! Onu caddede öyle bırakamazdım, toplamalıydım! Koştum. Koştum. Koştum. Elimi omzuna uzattım, sayabildiğim kadarıyla suratında yirmi bir tane çil beni selamlarcasına belirginleşmişti.
Tanrım! İşte bu o kız!

-3. Bölüm Sonu-

Onur Budak