Sonunda köpek gibi pişman olacağım bir yola çıkmıştım. Bir köpek gibiydim.
Onu hastalıklı ağzımla ısıracaktım. İçimdeki zehri ona akıtıp, onu
öldürecektim. Bir köpek kadar düşüncesizdim. Zehrimi ona akıttığım zaman,
içimde hiç zehir kalmayacak sanıyordum. İyileşeceğimi sanıyordum. Ama hayır,
acım daha da büyüyecekti. Kesilmeyi bekleyen kangrenli bir vücut kalacaktı
benden geriye. Öldürdüğüm sahibim, Carna Cohen’i, gelmeyeceğini bile bile köpek
gibi bekleyecektim bir tren garında. Yağmur yağacaktı ve dindiğinde asla
kurumayacak tüy yumağı kalacaktı benden geriye. Bir köpek gibiydim. Onu
ısıracaktım ama; siyah beyaz gören gözlerimle onun sarı saçlarını ömür boyu
unutmayacaktım…
Hızlandım. Her şey bir an önce yapılsın, geçsin ve bitsin istiyordum. Aniden
bastırmış bir sağanak gibi hızlandım. Su
değil, ateş gibiydim. Saatler sonra göremeyecekmişim gibi tüm insanları
selamlıyor, geçtiğim her sokağı uzun uzun inceliyordum. Saatler sonra eski
İnanç, kalmayacaktı. Bunu bütün şehir bilmeliydi. Onlara bunu anlatmaya çalışan
bakışlar yağdırıyordum…
İşte, Carna ile ilk oturduğumuz yer olan, Cafe De Monte’nin önünden
geçiyorum. Onunla oturduğumuz kaldırım kıyısı masada bir çift, kadının elleri
simsiyah, adamın gözleri gri, masa kirli, anılarım: bulanık, tuzlu ve yosunlu
bir deniz gibi. Attığım her adımda anılarımızın tuzlu suyu, yüzümdeki yaralara,
kalbimin kırıklarına değip yakıyor… Hemen kulaklarımda çığlık gibi bir ses,
artık Cafe De Monte’de Gloomy Sunday çalıyor. Beni gömerken de bu müziği çalın
diye söyleniyorum, kimse duymuyor… İşte, onu Mayıs’ın bilmem kaçıncı günü
gördüğüm ilk yer. O berbat kaldırımlar, tepesinde kargalar; bodrumunda fareler
olan leş binalar, geceleri tek bir yıldız bile görünemeyecek o berbat gökyüzü! İçime
çekiyorum pis kokulu havayı, yürüyorum… İşte o kaza yeri. Ona dokunduğum,
onunla konuştuğum yer. O akşam olanlar sanki tek perdelik bir oyun gibi tekrar
sergileniyor. İleride ona çarpmayıp ağaca vuran kırmızı Mercedes. Bir an önce
aşağıya indirip bir güzel benzetmeliyim sahibini. Neden, Carna’yı öldürmediğini
sormalıyım! Onu öldürseydin hayatım boyunca içimde yaşatacağım bir peri kızı
olacaktı, şimdi sonsuza dek sancısını çekeceğim, soğuğuyla üşüyeceğim bir ceset
var önümde! Bir fahişe! –Ah, keşke bir kekeme olsaydım, dilimden bu kadar kolay
çıkmasaydı bu kelime… İşte, Carna’nın kapısı. İçeride midesizce paralı
herifleri bekleyen kadınlar, aydınlıktan başka her türlü iğrenç çağrışımı yapan
kırmızı ışık... İşte tam da burası, haritada “hazin bir sonun, başlangıcı” diye
geçecek kapı eşiği…Ve ellerim: savaş çanlarını çalan, ölümü çağıran birer
tokmak gibi. Aklım ise tek bir cümlede takılı: Artık hızlıca ölelim…
Dilimde açılmamasını, içeride kimsenin olmamasını isteyen
bir duayla kapıyı çaldım. Ama ağzım kirli, kapı da açıktı artık. Karşımda yine orta yaşlı,
balık etli, kısa saçlı, çirkin kadın. Ağzında yapmacık bir gülümseme,
vücudunun takındığı zorunlu işve ile beraber şehvetli sandığı o pörsümüş sesi:
“Hoş geldin hayatım, içeri gelsene.”
Bu kokmuş nefesten daha az cümle çıkmasını istiyordum. Cep telefonumu
çıkarma bahanesiyle, Orkun Abi’nin verdiği tazminat parasının bir kısmını
kadına gösterdim. Gözlerine renk gelmişti. Yağlı bir müşteri olduğumu anlayıp,
işvesini daha da arttırdı. Onu fazla konuşturmaya niyetim olmadığı için hemen
konuya girdim.
“Bir kız lazım.”
“Burada kızdan bol ne var ayol? Gel, kendin beğen istediğini.”
“Hayır. Özel bir şey lazım. Bir kız söyleyeceğim, onu gece yarısı evime
yollayacaksın.”
“Kızlarımızı dışarı çıkarmak pek alışık olduğumuz bir şey değil” diyerek,
fazla para isteyeceğinin ilk sinyalini bana gönderdi. Sinyali aldım ve
konuşmaya devam ettim.
“Özel bir gece. Maddi anlamda bir endişen olmasın.”
“Eh, peki madem. Kimi istiyorsun, gelip seçecek misin?”
Bu cümle bir an için, Carna’nın
nasıl bir yolda olduğunu bana tekrar hatırlattı. İlk öğrendiğim an gibi. Bir
yıldırım gibi…O güzel ellerin bir mal gibi alınıp satıldığı, bir fiyatının
olduğu, sürekli el değiştirdiği… Bu düşünce beni dağıttı. Ama zaten öyle dağılmıştım ki, artık kafamı
toplamaya gerek duymuyordum. Konuşmaya devam ettim.
“Hayır. İsmini vereceğim, sen ona özel bir müşterisi olduğunu, yüzüne bir
maske takıp vereceğim adrese gelmesini söyleyeceksin. Tek başına gelecek. Ve
unutma, maskeyle. Kızın ismi, Carna. Geçenlerde bir müşterisi anlatmıştı, ondan
duydum.”
“Tabii. Yeter ki bedelini öde sen.”
Kadına, Carna’nın gecelik bedelini ödedim ve adresi verdim. Ayrılırken
elindeki paraya nasıl taptığını görünce bir gün çok güzel diziler yazacağımı ve
çok iyi paralar kazanacağımı düşledim. Bir gün bu iğrenç batakhaneyi satın
alacak, içeride bir tek bu çirkin kadını çalıştıracaktım. Ama şimdilik eve
gidip geceyi beklemek daha gerçekçiydi… Bir taksi çevirdim. Tam binecekken aklıma güzel bir söz geldi: “Yürüsek?”
Carna, bu cümleyi söylediğinde gözümde hala bir peri kızıydı. O gün giydiği kırmızı
topuklu ayakkabılar, kırmızı uzun çoraplar, dizine kadar ulaşamayan beyaz etek,
üzerinde ki beyaz bluz, bluzun üzerine giydiği kırmızı ceket, kıpkırmızı dudakları ve köprücük kemiğinin
hatırına eve kadar yürümeyi tercih ettim…
Hava akşamın ilerlemesiyle birlikte soğumaya başlamıştı. Geceyi düşündükçe
kısa süreli titreme nöbetleri geçiriyordum. Eve doğru yürüyordum. Büyük bir
şirketin önünden geçtim. İşçilerin çıkış saatine denk gelmiştim, sabahları
takındıkları o mutsuz suratlar yerini gülen yüzlere bırakmıştı. Akşamın bu
saatlerinde gök kuşağı gibi dikkat çekiciydi yüzleri. Gözlerinin biri mavi,
diğeri yeşildi. Her bir göz, çocuklarını temsil ediyor olmalıydı. O kadar masum
ve heyecanlıydı. Gitgide büyüyordu. Göz kırpışları o çocukların ne kadar zor
yetiştirildiğini anlatır gibi düşüp kalkıyordu. Ama tüm bunlara değerdi. Biraz
ileride ise çöp tenekesine yakılmış ateşin etrafında ince kazaklı çocuklar
diziliydi. İş yerinden çıkıp evlerine koşanlar, hiç birinin babası değildi. Ne yazıktı…
Aynı zaman diliminde akşam olmasına sevinenler de vardı, üzülenlerdi. Çünkü bu
dünyada değil kadın erkek, insanlar bile eşit değildi. Eve doğru ilerlemeye devam ettim. Perdesi aralık kalmış giriş katta bulunan
bir dairenin önünde durdum. Duvarda bir saat asılıydı. Akrep ve yelkovan
hareket etmiyordu. Ama saat doğruydu çünkü: birden on ikiye kadar olan tüm
rakamlar akrep ve yelkovanın etrafından toplanıp atılmış, yerlerine “şimdi”
yazıları konulmuştu. Akrep ve yelkovan, hiç hareket etmese bile hep şimdiyi
gösteriyordu…
Şimdi… Ailesine koşan babalar, babalarına koşan çocuklar, ateşin başına
toplanan insanlar, sevgilisinin elini tutup özgürce caddelerde yürüyenler, dans
edenler, birbirlerini öldürenler, yeni doğan bebekler, işte şimdi gördüğü genç
kadına aşık olan bir adam... Kısacık bir “şimdi” kelimesinin içinde yaşayan
milyarlarca hayat…
Evin önüne geldiğimde arkamda tonlarca düşünce bıraktım. Artık
düşünmeyecektim. Yıllar boyu sürecek bir pişmanlığın ilk adımlarını atmak üzere
eve girdim ve Carna’yı beklemeye başladım. Gece yarısına birkaç saat kalmıştı.
Bir şeyler yedim, duşa girdim, müzik dinledim, kitap okudum. Aslında hepsi bir
aksesuar gibiydi. Olacakları düşünmemek için oluşturulmuş bir oyundu hepsi.
Sadece gözlerimin gözükeceği maskeyi taktım. Kapı çaldı, müzik durdu, perde
açıldı, oyun başladı…
Carna, örülmüş saçlarını iki tarafa atmış, omuzları açık, yeşil bir
elbiseyle karşımdaydı. Yüzünde sadece gözlerini kapatan kırmızı parlak ve simli bir
maske vardı. Maskenin altındaki gözleri tanımasam, gözlerinin çekik olduğuna
inanırdım. Elbisesi derin dekolteli, bel kısmı dar, belden aşağısı ise
gelinliği andıracak kadar bol bir yapıya sahipti. Sırtında canını yakabilecek
kadar sıkı bağlanmış ipler, göğüslerini taşacak kadar dolgun göstermişti.
Carna’ya baktıkça, kulağıma Mozart’ın Minuetler’i geliyordu. Elini nazikçe
öptüm ve onunla dans etmeye başladım. Her şey çok Fransız’dı. Onun bu kılığa
girip tanımadığı bir insanın evine gitmesi midemi bulandırıp, öfkemi
arttırmıştı. Her şey çok Fransız’dı, öpücüklerim de öyle olmalıydı…
-Bölüm Sonu-