14 Aralık 2016 Çarşamba

Umarım Birisi Vardır




















bazı harfleri hiç bilmeyen dilim benim.
özgür dilim, yerel dilim
sana bir isim veremesem de
senden çıkanı çok oldu: buldum
başkaydı. hiç anlaşılmadı
hiç duyulmadı, çocuklar bilmedi.
anlatmadı oradaymış gibi. oyunlarına almadı.

bu yağan neyin sesi senin ağzın yarayken
çırpınan ne sen böyle kanatsızken
cama vuran, titreyen küçük ışıkçıklar gibi

sen yorgunken eğilmekten tanrılara, üşürken çıplak ayağınla, göğsünü yırtmışken, alışmışken soğuğa, dokunabilmişken sıranı savar gibi bir başkasına, yolu ezberlemişken karanlıkta ve duymaya başlamışken sessiz olanı
bu yağan neyin sesi.

topla kendini
ve at

hiçbir toprakta büyümeyen dilim benim. yurtsuz dilim.
seni susuz bırakıp uzaklaşırken bir tepeye
bir kaktüs gölgesinde kendini ısırışın benim içimde dinmez bilirim

sen: bir çocuğun tam ıslanacakken ayaklarını çektiği su
sen: sığındığı kar kütlesini erimekten kurtaramayan gövde
sana bir isim veremedim bu: adına dünya denilen yerde

ben yine bir ağaç gibi yaşadım
seni yine bir çocuk yaraladı.

Onur Budak
14 Aralık 2016 @İstanbul

11 Aralık 2016 Pazar

Birleşme Ağrısı

















et sıyrıldı kemikten
ayaklarımın ucuna ses düştü
sormadım. bu patlayan kimin gövdesi
nasıl bulunur artık bu kopmuş eller. ya nasıl birleşir

artık gözlerinden altın sızar bir kadının daha
göğsüne yine yumruklar iner
karnında bir bıçakla nasıl uyur o kadın o uykuyu. ya nasıl uyanır

yolları açalım. açalım yolları gülle donatalım
düşenleri kaldıralım
kimin bir açıklık varsa alnında, ağzımızla kapayalım
sırtlardaki çiziklere saçlarımızı,
üşüyen boyunlara okşar gibi ellerimizi koyalım

yolları açalım. açalım yolları gülle donatalım
bir makinenin dişlileri gibi değsin ellerimiz kopmuş ellere
o kopmuş eller öyle bulunup. işte öyle birleşsin

bir taş gibi dikilsin karınlarımız karşısına bıçakların
körelsin karınlara batan o bütün bıçaklar
gözlerinden altın sızan kadınlar öyle uyusun o uykuyu. işte öyle uyansın

yolları açalım. açalım yolları gülle donatalım
söylenen şarkıların ardındaki tepelerde patlayan bu bombaları
elbet bir gün / ölmesin diye çocuklar, ağzımızın içinde tutalım


Onur Budak

12 Aralık  2016 @İstanbul

Bilmiyorum Bu. Kimse İçin

























kanarken öptüm.
duvar oluk oluk akarken kırılışımı ısıtıp ısıtıp,
koydum önüme

çenemi burktum
sakalım kıpkızıl
çocukmuş. değilmiş
ben bu dünyadan ne anladım.

korktum.
dokunuşlara bağıramayan çocuklar gibi
evim yanar diye ben, bir gürültüyü bağıramadım
o gözler. o göz altlarıyla
uyuduğum. uyuduğum uyku mu sandım

bugün kaç insan öptüm
kaç ağız böyle karanfil, kaç ağız böyle zift
ay yüzlerce kez birleşti ve parladı;
ben bir susku gibi hep. sözlerimde dağıldım

kaburgamı kırdım. biliyorum orada doğmadı kadınlar
ama orama dokunduğunda. elinle değdiğinde
tanıdım kabuğumun içinde kendini yenileyen teni
tanıdım ve bildim. bir daha kimseye eğilmedim
o gün sana böyle yukardan bakmam beni tanrı kıldı
bana inandın

bana inandın, o orman bizi kaybederdi,  oraya girdik.
elimize battı yaban bitkiler
o çok zehirliydi bak. onu yedik
senin soğuk kışlarına
adının bilindiği eski çağlardan bir örtüyle geldim
içinde eski bir dua vardı. okudun
bir mağarada günlerce aç ve susuz
ayaklarımızı birleştirdik

birleşti halklar gibi omurgamız. dilimiz
bana elini uzattın
dilimi çözemedim
dilimi çözemedim
kemiklerimde bir kırılma sesiyle
titreyip yürüdüm

batarken içtiğim suyun tadını unutmadım
açıldığında içine hızla boğuluşumun dolduğu ağzımı verdim sana
onu kurtarma
ağzını daya

kanarken öp.
duvar oluk oluk akarken.

şimdi hiçbir şey anlamayıp kırıldığım bu dünyada ben
o gözler. o göz altlarıyla
rengini unuttum mu sandın.

Onur Budak
20 - 21 Kasım 2016 @İstanbul

16 Ekim 2016 Pazar

Epilepsy Is Dancing
























gövdem
seni kabullenemiyorum.
sadece insan değilmiş önce en sevdiğini öldüren
sendeki bu sürüklenişin yönünü anlamak için tuttuğum rüzgar gülünü
yine renksiz bir rüzgar parçaladı
tahtaları kırıldı kalbimin
oysa onu da bir rüzgar onarmıştı
gövdem
seni affedemiyorum

antony hegarty dinliyorum
saat dört yirmi yedi
ayaklarım çok üşüyor
bu rüyada ben
bir fırtına diliyorum

sana bir mektup gibi bakıyorum
ağzımı aralıyorsun. dudakların
içimden almak istediğin sözcükler var
içimden almak istemediğin sözcükler alıyorsun
sana anlatıyorum, dinlemelisin,
bir kaleye kapatmış seni bir masal
ve tüm kahramanları başka yerlerde unutmuş
gövdem
sana kanat olamıyorum
kal burada, bir jet uçağı düşle, yedisinde tahta bir kalple

sakinim
ilk defa onarılmak istemiyorum
kırılmak kendimi en rahat hissettiğim yer
başımı gök bellediğim bir yere yaslayıp
doğada neden hiçbir şeyin mavi olmadığını düşünmek istiyorum
bu tanrı olmadığımın kanıtı, biliyorsun
denizler mavi değildir, sana anlatıyorum, dinlemelisin
gözlerindeki irisi kucağımda sevmek istiyorum
onun için bir masalım var
tüm kahramanlar o masala kapatılmış
gövdem
seni azımsayamıyorum

bir yıldız gibi tutulduğun
bir küçük el gibi tutunduğun
o aslı boşluğa dayalı parçacık, neden hiç kopmaz...
neden dayanır bu dünyaya plastik çiçekler gibi
gövdem
seni koruyamıyorum
toprak çekmeli seni, ekmeli içine
buradaki tüm göz yaşları sana değsin
tüm gece ıslaklıkları
tüm avuç terleri
büyü.

çocuk ölenlerimiz için büyü
sana onları anlatmalıyım, merak etmelisin
onlar vurulup yatıyor kalbimizde;
kopan kaşlarıyla, bir kuş olup, kalede kalanlarımızı kurtaracaklar
bunu kanatlarına güvenmeyen herkese söylemelisin, bilmeliler

sabah oluyor.
bu kalbimin günlüğüymüş, söyleyebilirim
dilimi paslı bir çiviyle yaktım
bir yerden kopup gelen isyan benim
yine de, her şeye rağmen
sen bir yaratıcının olduğuna inanıyorsun, biliyorum
ölümden sonraki yaşama, yani ölüme ve dirilmeye on yedinde
sonrasını hayatın; ağrılı bir gece gibi yaşamaya
kirpiklerinle uyanacağın muhteşem sabahlara
o kokuya, o korkuya
gece yarısı dönüşülen şeylere
tüm iyiliğine ve tüm kötülüğüne dünyanın, inanıyorsun, biliyorum

tenine üzünçler eklediğim;
gövdem...
neden hep mağlubuz,

seni neden öpemiyorum.

Onur Budak
16 Ekim 2016 @İstanbul

1 Ekim 2016 Cumartesi

Camdan Bir Buluta Yükselmek



























benim için gazete kağıtlarından kanatlar yaptın
tahta parçaları bıraktın yuvasını yıkıp gelmiş bir kuş gibi kurulduğum bu eve
kaburgalarında suya değdim
biliyorum karnımı sen okşadın
başıma dokundun, boynumdan öptün küçük parmaklarınla
her gün bir boşluğa koydun beni bu yaşlı ellerinle onlarla
her gün bir boşluğu doldurmayı öğrenmemi istedin

çırpınmaya çalışan kanatlarımı ben kendim durdurdum evet
içimde bir şeyleri ben kendim yıktım korkmadan duvarlardan
sandım ki içimde aramıza örülmüş bir şeyler var
sandım ki parçalanan bunca organı düşünmeden
dağıtır gibi o çocuk olduğum evi, dağıtırsam bu içi,
sana yaslayabilirim boynumu bir kuğunun boynu gibi...

biliyorum, bana verdiğin bu sonsuz gökte uçmayı öğrenmemeyi, ben istedim
kaldırım olmayı içime bir çift sarı şerit karıştırarak
yağmur sularına  eğim vermeyi, ak demeyi
küçük çiçekler büyütmeyi kasığımda
karıncalar için yeni yuvalar oymayı
geçilmesini üzerimden koca adımlarla
kırık bir kolun içinde kalan yen olmayı, sevgilim
kırık bir kolun içinde kalan yen olmayı
bu sonsuz gökte kanadımı kırıp yanında kalmayı, ben istedim...

bir ucundan bir ucuna uçmayı öğrenmenin üç
bir ucundan bir ucuna uçmanın dört yıl aldığı ellerinde
yürüyüşüm, yürüyor oluşum, sebepsiz değildi
çocukların duasıydı kalbim
çocukların tanrısıydı ismin
benim sana tapınmam, seni bulup sana doğru yükselmem bundandı
benim inandığım gök sendin,
senin eller!in

duvarları yıktım, sevgilim
inanıldım süper güçlere inanılan kalplerde
dilendim ne kadar açılması gerektiğini düşünerek açılan
ve içine tanrıyı sıkıştırdığını sanan minicik avuçlarda
ve, kapandım içindeki tanrının hiç gitmemesini isteyerek kapanan
ve onu saklayabilmek için uykusundan olan parmaklarda
kırığı ve kesiği hiç bilmeyen kağıttan kanatlarımla
aramızdaki camdan bulutlara, yükseldim...

uçup gitmenin mümkün olduğu bu hikayede
göğümdün, sevgilim
ve yürüdüm. ve uçtum.

yere çakılmanın bir son olmadığını gösteren rüyalarla büyüyen bu kalpte
öğrendim nedir kırılmak ve nedir kesilmek
ve öğrendim nedir camdan bir bulutun ötesine aşık olup,
camdan bir buluta çarpışmak

artık bu her şeyi bilen ve her şeyi gören kalbimde
bir şeylerin kırığı, bir şeylerin kesiğisin
çocukların gözlerinden akar gibi, sevgilim
hadi, ak...

Onur Budak
1 Ekim 2016 @İstanbul

28 Eylül 2016 Çarşamba

Yatağına Geciken Şiir



















bu kalbimin günlüğü mü, dilimin mi, söyleyemem...

bir yerlerimde kustukça temizleneceğini sandığım ağrılar var
bu uyanıklığı, ısınana kadar yanan bu beyaz ışığı
bu titrek şarkıyı, toplu iğnelerle çevrili harflere basan parmakları
bu kısık gözleri, bu buruk kalbi
ben, bir sokağın soğuduğu uçta doğurduğum;
ve yaralarımla emzirdiğim; sende sevdim.

sende sevdim çabucak kızaran bu kemiği
soğuğa çıktığı zaman elmacık kemiklerinde beliren bu mor damarları
güldüğün zaman kısılan o sesi
bakarken bir yerlere, ...bir yerlere, ...o en uzak yerlere
bir gözünden diğerine akan o şeffaf sıvıyı
değdiğim yanaklarında beliren o keskin ısıyı; sende sevdim.

...yüz isim verir gibi / yüz isme inanır gibi...
sende inandım bu kutsal maviye.

bu duyduğun senin
hırıltımda beliren bir cümle,
yatağına geciken bir şiir.

kapa kulağını geceye
kapa gecenin getirdiği her şeye
AMA GÖZLERİNİ AÇ BURADA DÜŞECEĞİN YERLER VAR
buraya siyah beyaz bir bakış at
buraya ayakların takılsın
buraya başını koy
buraya bir kirpik
buraya alnın sımsıcak
buraya sırtın parçalanmış
göğsümle karnım arasında duran bu derin boşluğa diyorum; dizlerin kaskatı
buraya kasığın donmakta olan ve henüz kurtarılan
buraya avuçların terli ve ıslanmakta olan
buraya omzun atmakta olan
buraya nabzın susmuş olan
AMA GÖĞSÜNDE BİR YARA AÇ ORADA DÜŞECEĞİM YERLER VAR
oraya bir çift kara bakış
oraya bir söz
oraya bir rüya
oraya bir sarılış kapanmakta olan
oraya bir uyku henüz başlayan ve henüz bitirilen
oraya bir serserilik çocuklaşmakta olan
oraya bir su çiçekleri büyütmek isteyen
bir kuyu gibi düşülen ve düşülmekte olan yarana diyorum; bir öpücük ıslak ve kurumaktan kaçınan

oraya; o en sarı, o en mavi, o en kırmızı yüzüne;
bir şiir işte, yatağını bulmuş olan...

Onur Budak
27-28 Eylül 2016, @İstanbul

21 Eylül 2016 Çarşamba

Çiçekler Ve Çocuklar

















naif bir şiir olsun istedim bu
sıcak su torbaları, hafif giysiler
bir yerlerde yine bomba patlattılar
ben çok üşüdüm.

ezilmesin istedim bu şiir tüm çiçekler gibi
metal tadı değmesin ağzına
bir metalden doğup
bir metale çevirmesin yüzünü
istedim ki makineleri soldursun
sustursun tüm silahları
beni bir yere götürsün. bir yere
"çiçekler ve çocuklar"a.

oturup bir çiçeğin yürüyüşünü düşündüm bu şiirde
yere vurduğu topukları
ağaçları ve tohumları
düşündüm, dikenleri ve düşüşleri unutup
bir el gibi uzayan sarmaşıkların rengini
tırmanmayı onlarla başka bir göğe
ve bir mavide buluşmayı başka sarmaşıklarla
başka çiçekler ve başka çocuklarla

-rengini sen seç-

zarif bir şiir olsun istedim bu
çiçekler ve çocuklar.
bir yerde yine bomba patlattılar
ben çok kırıldım.

toprağı kazıdım, bereket anayı ve onun sırılsıklam kasığını
her yere geç kalıp
bir koparılışa yetiştim
bu koparılışı ben kendime çok benzettim.

(koptum ve kırıldım bu dünyanın dikenlerine
koptum ve kırıldım diz kapağımdaki çiziği hissedemediğime
koptum ve kırıldım ellerime batan dikene hiç üzülemediğime
koptum ve kırıldım ateşin ortasında bir oyuncak bırakabildiğime
...koptum ve kırıldım...)

koptum ve kırıldım bu dünyaya
koptum ve kırıldım bu dünyanın getirdiği her şeye.

bir hayvanın dişleri arasında buldum ben bu kelimeleri
göğsümde çoksesli bir gök,
gözlerim nasıl kırmızı.

burada öldürüp insanlığı, otların üzerine attılar
alıp gömdüm göğsüme
sonra bir sarmaşık uzadı...uzadı...uzadı...

ben bu şiiri en çok
çiçeklere ve çocuklara benzettim.

Onur Budak
18 Şubat 2016, @Denizli

19 Ağustos 2016 Cuma

Pencere Önü, Anemon Çiçeği














G.İnesi İçin

yanı başımda bir şarkıyla birlikte sana sesleniyorum
sesimin içindeki yankılar benden uzak, çok uzak
söylediğim her şey bambaşka bir şekle bürünüyor
ben koza diyorum, sana gelene kadar bir kelebek büyüyor
buraya birkaç örnek daha, daha,
ama sen bu kadarıyla da beni hep, anlarsın ya

pencerelerden bahsetmek istiyorum sana
göğsümün içinde açılıp kapanan, kilidi bozuk pencerelerden
sana pencerelerden bahsederken
baba hediyesi, penceresinden ışık girmeyen bir evden de
bahsetmek istiyorum
...o evde ağlayışımdan...
...o evde ışığımı arayışımdan...
...o evde kaybettiğim ölümlerden...
...o evde kaybettiğim aşklardan...
...o evde baba olan umut'tan...

sen bugün bir pencereye benzettin beni
ben altı bin yıl önce, penceresiz o evde, başucumda bir panşehirle
göğsüme delikler açıp, dışarının ışığını gördüm
ışığı gömdüm...ışığı gömdüm...

ilk defa bu kadar sağlam yazan şair gibi,
ilk defa bu kadar hızlı yazıyorum
"bu yorgun sokakları... adımlayıp gidiyorsun..." derken bir şarkı
"ben bir gün buralarda olmasam bile..."
denilen yerine geliyorum okuduğum şiirin
senin bu ısırılmış parmaklarından,
senin bu koparılmış tırnaklarından çıkıyor o şiir, biliyorum
bir parmağın ısırılışındaki acıyı
bir tırnağın koparılışındaki utancı
bir tırnağın saklanmasındaki gizemi de, yaşadım, biliyorum

öpüp kokladığın o anemon çiçeğiysem ben
bil ki, yeryüzüne senden döküldüm.
sen tesadüflere inanırsın, ben tesadüflere ağlarım

çocuk lan. çocuk lan, bu yeraltı dünyasında
öpeceğin bir hüzün
verme bana.

Onur Budak
20 Ağustos 2016, @İstanbul

12 Ağustos 2016 Cuma

Üç Yüz Yirmi Dokuzuncu Ayet

























şimdi, senin bıraktığın yerden başlamak için değil,
senin bıraktığın yerden, bir de ben bırakayım diye yazdığım bu şiir
biliyorum, hiçbir şeye benzemeyecek.

yine de başladım.

bana dokunuşunu,
dokunup geçişini ve o dokunuşun hiç geçmeyeceğini bilerek başladım
herkesin bitirdiği yerden, herkesin artığıyla
şimdi diyorum, kısa da olsa giyilecek o pantolondan
uzattıkları kağıtları evlerine çabuk dönsünler diye aldığın çocuklardan
çocuk sesinden ve çocuk sesindeki titreyişten
bir taş parçasının üzerinde oturup yüzünü ıslatırken
kalbimin bir taş parçasına dönüşmesinden
ince bileklerinden, dudağının kenarındaki et parçasından
bir şehrin denizi saklayan tüm tepelerinden
bir şehrin denize çıkan tüm sokaklarından
bir yerden bir yere giden tüm taşıtlarından
kaybolup tekrar dönülen o köşelerinden
değişmeyen taş parçalarından, başladım... başladım...
burada,
eleni karaindrou'yu parmaklarından öptüğüm bu beyaz şehirde
göğsümün ortasında kimsenin fark etmediği dev bir sütunla yaşadım
yaşadım da, seni öyle bağışladım.

bu caddelerin birinde yürüdüm, evim burası değil
örülü saçlarını çözüp enseme kattım, bu saçlar benim değil
karnımda çocuk bir sancı, bu acı benim değil
ey göğsümdeki üç yüz yirmi dokuzuncu ayet,
burada, her şeyine yabancı olduğum bu beyaz şehirde,
sahip olduğum bu şeyleri ben, bir bir unuttum
unuttum da, seni dilimde öyle hatırladım.

tırnaklarımla kazıya kazıya yazdığım bu şeyi
yont, bana verdiğin gibi bir biçim ver

beni en yüksek tepelerde bul
derimi kaz, içimi aç
bir hastalık gibi burada,
eleni karaindrou'yu parmaklarından öptüğüm
bu beyaz şehirde,
vücudumdan içeri gir.

Onur Budak 10 Ağustos 2016 / Atina

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Yeni Microsoft Word Belgesi(3)


















G.İnesi için.

tuşlarını birlikte eskittiğimiz bu bilgisayarı seviyorum. kırılışına şahit oluşumuzu, elinden bir şeyler yazma hevesi ile kapıp götürüşümü, sonra senin de uykunda içine doğan şeyler olacağını ve seni rahatsız eden o iniltileri anlatmak isteyeceğini bilip sen uyurken bu bilgisayarı yanına koyuşumu, sonra onu her seferinde kapamayı unutuşunu, bu unutuş için sana kızdığımı, bir daha unutmayacağını söyleyişini, ama yine de unutacağını biliyor oluşumu seviyorum.

bu yalnızlığımıza rağmen bu kadar kalabalık olan şu masaüstündeki yeni microsoft word belgesi(3)'ü aylar önce açışımı, içini dolduramayıp bir sonraki geceyi düşünüp silmeyişimi, sonra bunu böyle bir anı olarak bırakışımı ve bu anıya senin evinde aylar sonra rastlayışımı, içini sana bunları anlatmakla dolduruşumu, bu yazıyı okurken gözlerinde oluşacak olan o parıltıyı,

gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı, gözlerindeki o parıltıyı,,,...

bütün ama bütün bunları, seviyorum.

Onur Budak - 4 Temmuz 2016 / senin evin.





17 Haziran 2016 Cuma

Sezgin Alkan Röportajı - Ne kadar siyah olursanız, canınızın yandığını o kadar az görürler

































Sezgin Alkan Röportajı,
17.06.2016 / Onur Budak

Ne kadar siyah olursanız, canınızın yandığını o kadar az görürler.



Değerli Müzisyen Sezgin Alkan ile, Sokak Misyonu Dergi'nin 7. Sayısı için yapmış olduğum röportajı sizlerle paylaşırken, sizlerin huzurunda bir kez daha onun tüm kariyer başarısının ardında gizli; güzel kalbine teşekkür ediyorum.


Klasik bir soruyla başlayalım. Piyanoya olan tutkunuz nasıl başladı? Sahnede gördüğümüz, olağanüstü bir şekilde enstrümanına aşık bu müzisyenin sırrı nedir acaba?


Piyanoya olan "tutku" da değil aslen.Bir ifade biçimi ve bu da sahneye sizin gördüğünüz şekilde yansıyor her anlamda.Anlatamadığım birçok cümleyi yaşıyorum notalarla.Belki de sır buradadır ..




















Kısacık görünen ancak oldukça merak ettiğim bir soru; Cem Adrian'la tanışmanız ve sonrası...


İnternet vasıtasıyla oldu."Sarı gelin" performansını izlediğimde, Cem'in bambaşka bir sesi ve yüreği olduğunu anladım.O gece mail yolu ile, yapmış olduğum bir türkü coverını kendisine ilettim.Yalnız olmadığımı bilmek güzeldi ve ona da bunu aktarmak istedim.Sonrasında zaten o dönemki menajer vasıtasıyla bir iletişim içerisine girdik.Benim için en önemli olan, ilk görüştüğümüz andaki o içten samimiyetti.Ve sonrasına gelince; yıllar geçtikçe aslında şarap gibi oldu herşey Cem ile sadece müziğim değil, hayata karşı duruş ve tecrübelerim çok farklı bir boyut kazandı.Kendisinden çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim.. "O" iyi ki var, canım ve saygıdeğer dostum.


Bu yoğun konser takvimlerini görünce sizin sahne dışında bir hayatınızın olduğunu düşünmek gerçekten çok zor oluyor. Sahne ve müzik dışında neler yaparsınız?


Evimde geçirmeyi seviyorum boş vakitleri.Evde tabi piyano ve kendi kayıtlarım eksik olmuyor.Müzik sesi durmuyor kısacası.Bunların dışında spor yapmaya çalışıyorum.Kitaplar ve yazılar derken bakmışsınız hayat geçiyor ve büyüyorsunuz işte ..


Bazen sizi de sahnede, Cem Adrian'ın şarkılarına eşlik ederken görüyoruz. Uzun yıllar, yoğun konserler ve yıllar geçse de her konserde aynı canlılıkla çalınıp söylenen o şarkılar... Peki Sezgin Alkan'ın sahnede çalmayı en çok sevdiği şarkı hangisidir?


Şarkıların dönemsel olarak benim için çok farklı yerleri var.Bu sebeple "en" diye ayıramıyorum.





















Hayatınızın merkezine kurulmuş bir "siyah" görüyoruz sizi izlediğimiz kadarıyla, Sezgin Alkan'ın hayatında siyahın önemi nedir? Neden o parçadaki "En Değerli" şey, "Siyah"tır?


Ne kadar siyah olursanız, canınızın yandığını o kadar az görürler. İzleri dokunmadan göremezler. Sahnede bunu notalarla ifade etmeye, hissettirmeye çalışıyorum. Dışarıdan değil, kendi tarafımdan izlere dokunulmasına izin vermek gibi. "En değerli siyahım" içinde bu duyguyu barındıran bir parçam, yarım.



























Sizi yakından takip eden insanların aklındaki bir soruyla devam edelim. Konserlerde taktığınız o siyah bileklik... Bir anısı, uğuru, önemi var mıdır; yoksa bu herhangi bir siyah bileklik midir?


Önceleri sol bileğimi sıcak tutması ve daha iyi bir sahne performansı için takıyordum.Daha sonra bir aksesuar olarak da hoşuma gitmeye başladı.Yaşadığım çok anı, bilinmeyen çok nota var bilekliklerimde acısı ve tatlısıyla.


Severek dinlediğiniz ya da birlikte çalmak istediğiniz müzisyenler var mı?


Ben pek sevmiyorum böyle sıralamalar yapmayı. Ama Fahir Atakoğlu'nun benim hayatımda çok özel bir yeri var.




Bir konserde, yine "herkes gider mi" şarkısında Cem Adrian'ın göz yaşlarını izledik... Şarkıya uzun süre devam edemedi ve burada bütün iş size kaldı. Bu an sizin açınızdan nasıldı, şaşkınlık yaşadınız mı, biraz anlatır mısınız?


Yaşamak ve şarkının o gün o şekilde yaşaması gerekiyordu, biz de yaşattık. Çok özel, ruh hali çok farklı bir anı olarak kalacak hayatımda.


Son olarak albüm, beste, gelecekte planladığınız çalışmalar hakkında bilgi ve bir yerlerde kaybolmuş, bir şeylere teslim olmuş çocuklara söyleyeceklerinizi alabilir miyiz?


Albüm planı tabi olacak hep dediğim gibi "en değerli" zamanda.Her yaşanmışlıkta, besteler de geliyor.Gerek enstrümantal, gerek sözlü olarak da yoğunlaştığım çalışmalar var bu son dönemde.İlerisi için kitap düşüncem de var yazılarımın toplandığı.Düzyazı ve hikaye alanında da birşeyler çıkabilir kim bilir .. Ve madem "Teslim" den bahsettik, son söz olarak; Sonunu gördüğünüz uçurumdan korkmayın.Düşerken hikayeler yazın siyah gökyüzüne mavi notalarla ..

Sevgilerimle ..


25 Mayıs 2016 Çarşamba

Krizantem Çiçeği
























bir çığlığı bir kez tekrar eder gibi, bak, bir şey var içimde çırpınan.

yağmurun çizdiği yerlerden geliyorum
alnım kuru, gözlerimin altında uzun ve ince mor çizgiler

parmağımın ucundaki bu sertlik benim değil
benim değil gözlerimi sıkıca yumduran bu tik
kulağını kesen bir adamın bile göremediği
bu renk tonuna tapan kalp
bir yerin ortasından alınmış o maviye duyulan inanç
bir çocuğu akşamına geciktiren oyunlara benzeyen ince ses
ellerini görünce terleyen eller
durmadan bir dudağı soyan beyaz diş
utanılan bu parmak uçları
uzadığı keserken anlaşılan bu kötü saç
gövgesinde büyüdüğüm bu gölge
sakallarımın arasında gezinen tozlar
diri gövdenle tepesinde dikildiğin yokuş
yokuşun sonundaki o hiç, olmayış
benim değil…
benim değil… sığındığım bu gök

sen, her şeyimi borçlandığım
her şeyimi büyüttüğüm o saf, krizantem çiçeği
alnımda kuruluk, gözlerimin altındaki o uzun ve ince mor çizgilerle
yağmurun çizdiği yerlerden
yağmurun çizdiği yerlerden geliyorum

bu solgun yüzü, bir duvara dönüp hep.

Onur Budak

25 Mayıs 2016 / İstanbul

21 Mart 2016 Pazartesi

Sarartı



















"on dokuz mart iki bin on altı için."

geceler kara tren diye bağıran bir şarkıyı tutarken gördüğüm kolların; güçlüydüler.

kör bir kuyu gibi
karanlıktan korktum
içimde engel olamadığım şeylerin
ısırışıyla dokunuyorum sana
korkma, son zehrimi taşta akıttım

bir bileğin kesilişini ben
bana sunduğun suskuda gördüm
ördüğün bu duvarlara aktı kanımdan bir şey
yürüdüm. yürüdüm
unuttum acımı, aklıma bir masal daha yazdım
ve yürüdüm. yürüdüm
arta kalan kanımı da aldım
alnıma süründüm.

ben seninle dalıp dalıp uzağa, sevgilim
en yaklaşılmaz güneşlere büründüm.

sana tapındığım bu evde
dolaşan soluğunu
hiç geçilmemesi gereken çizgilerin sarartısında
uzayan saçlarını
geceler kara tren diye bağıran bir şarkıyı tüm gücüyle
tutan kollarını gördüm

şu çocuk ellerinle nelere dokunduysan
onları aldım batıl bir inançla siyaha boyadım
seni aldım batıl bir inatla göğsüme dayadım
ben sana tapındığım bu evde ilk şiirimi, sevgilim
bir yerlerde ölürken insanlar
güçsüzleşen dizlerine yazdım.

Onur Budak

19 Mart 2016 - İstanbul 

24 Şubat 2016 Çarşamba

Çığlıklar ve Çocuklar

















"128 dikişe"

tanrım, kuyuysan; boğulabilirim
...anneyi özleyen çocuklar gibi...

her kaybediş için bir şeyler biriktirdim, tanrım
avuçlarımdaki bu taşlar sen değil, şeytan için
on ikinci saniyesinde bir çocuk çığlığı olan o şiiri tanı
o çığlıkta sana edilen bir sitem
o çığlıkta senden istenilen bir hayat var
o çığlıkta bozduğun bir oyun
o çığlıkta çağırdığın bir ev var

şiirin on ikinci saniyesinden o çocuğu çekip al, tanrım
çocukları çağırdığın evlere
neden hep ölümler gizlediğini...
neden hep ölümler gizlemek zorunda olduğunu
neden hiç gizlenmeden öldüğümüzü, bul
sana bağırarak ettiğimiz bu sitemlerin içinde
daha çok erken'ler
ve pembe oyuncaklar var
sen bu sitemleri neden hiç duymadığını...
neden hiç duymak zorunda olmadığını
neden bağırdıklarımızın duvarlara çarpa çarpa dönüp
içimizdeki taş ırmakta sekerek yaşadığını
tanrıysan bul.
yoksa beni bu şiirden
beni bu hastalıklı dünyadan al
ağından kaçan balığa değen o
ilk su damlasına göm.

tanrım, kuyuysan; bağırabilirim
...anneyi arayan çocuklar gibi...

hem bir kuyuda arar, bir kuyuda bağırırsam
sesim de bana geri döner
bu dikiş izleri senin adınmış, tanrım
bu sesler senin
bak bu yarada açacak çiçek
bu yumrukta patlayacak gülüş
bu düşüşte ayaklanacak umut
göğe doğru açılmayan bu avuçlar
göğe doğru açılmasa da! senin...

bütün bu şiir bir arayış, tanrım
bana bir ses ver
kuyuysan: inanabilirim
...anneyi bulan çocuklar gibi...
annesini kaybetmiş çocuk
anneyi değil, çocuk olmayı özler
bulunca da ufalır, ufalır
pembe oyuncaklarına geri döner
ellerini cebine koyar unutup avuçlarındaki adı
ıslık çalmaya başlar bırakıp dudağındaki yarayı
bir anne nasıl gider, tanrım
bir kuyu nasıl ihanet eder
bir çocuk için dünya nasıl...
dünya nasıl kocamandır...

tanrım sen o evlere ölümler gizle
beni al, çocukları ve şiirleri de
bizi hiç gizlenmeden öldür

bir şiirin on ikinci saniyesindeki çığlığı
havva'nın rahmine bırak
tanrım, bu yeni bir dünya
hem belki bak çocuklar da gülecek burada
yeni doğan bir çığlığa...

24 Şubat 2016 - Denizli / Onur Budak