24 Ağustos 2018 Cuma

Konuşmalar














kalabalıktan sonra hemen boşalmış bir alanda seni aradım. anlık aradım. uzun aradım. kafamın almadığı bir iki şarkı. az biraz klişe. gecenin ikisinde zeytin çekirdeği aradım sokakta. bunu kim anlar. kim. ses. şiir. masa. ışık. güzelce kadınlar. kim.

zeytin ağaçlarını ve onları arayışlarını anladığım zaman elimden gelen şeyler oldu benim de. inanılan tanrıdan kalan dikiş izleri gözükene kadar verdim her şeyi. sol gözüne bir bilet saplandı. sen yine de açık tuttun. ağzının kenarına bir daha dönmeyeceğim isabet etti. sen yine de öptün. işte o günlerde çıplak avcumla benden neler koptuysa hepsi sana değdi. sen yine de yürüdün; seni yine onlar yaraladı. 


bilmem. yaralar. ağaçlar. kalbinden giden bir şey olmadı. bazen bir bileti yutup içimde yolculuklar hayal ettim senin bütün trenlere binerek. dedim ki biz sadece acı çekiyoruz. bu acı bazen kibritin en uzunu gibi bazen de kibrit kutusundan bıçak çekmek gibi. bıçağı kalbime sürte sürte içimde alevleri kandan bir yangın çıkarabilir miyim, bu yangında kuğulu parkı ve bir kaç şehri yakabilir miyim bilmiyorum. yangından kurtardığım çocuk, yangından kurtardığın çocuk benim. sönsün diye ağladığın yerlerde yürüyeyim biraz, kırar mısın, kır ayaklarımı. 



ayakların. kırar mıyım, bilmem. onlarla beraber adımlayacağım çok şehir var. sen… yanarken bile “yanan senin evin” diye haykırdığın zamanlarda bütün bunları üfleyerek söndürdüğümü bilirim. senin benden hiç haberin olmadığı zamanlarda o külleri alıp yüzüme sürdüğümü bilirim. senin bizansını görüp senin bizansında yaşamayı hayal ettiğimi, laleyi, arslanlı rüyaları, bilirim. bütün trenleri hazırladım, ilk istasyonda birlikte yaşadığımız bir şehir var. inecek bir durak düşünmeden, orada, o şehirde, o istasyon için raylardan sağa sola bakmadan geçip yanıma gelecek misin.



senden haberim olmayan zamanları çıktığım bir kuyunun duvarına gömdüm. kokuşmuş edebiyat. kendini tekrarlar. imza panayırları ve sadece maymunlar. çıktım oradan ve abi kelimesinin acının eczası olduğunu öğrendim. birlikte her şehir yeni bir ağrı kesici oldu sonra. sonra her şehirden giderken sızladım. bir gece yarısı herkes uykusundayken çürümüş dişi gibiydim dünyanın. ağladım. ağladım. ağladım. ama düşmedim ağzından. ama sen. ama sonra sen, her hissimin eli çiçekli tanığı. her mutluluğumun şüphelisi. seni. çocuklarını. ağzımdan ciğerime soktuğun merdiveni. o çürümüşlükten ayıkladım. mutsuzluğu ezip geçen bir trenin yolcusu olmak güzelmiş dedim. yürüdüm. durdum. bekledim. sekiz ev iki otelde uyudum. şimdi öyle tuhaf sorular sorma. yanına gelmem için yanından gitmem gerekmez miydi? hiç gitmedim. şimdi içimin bütün ölüleri yeniden diriliyor bir bir, bunun için bir kıyamet gibi kopacak mısın? ,ve.




-ve dedikten sonra bir virgül gerektiğini senden öğrendim cümlesinden de bir şeyler çıkar şimdi. bu cümlenin yanına ağzından ciğerine koyduğum merdivenlerin bile yetmediği o derinlerden, o en derinlerden, bir şeyler çıkar ve, fırlat şuraya. kokuşmuş ne varsa. seni korkutmuş ne varsa fırlat şuraya. bütün trenler benim patron. bütün trenlerimle ezerim senin dünyana dokunup bozanları. fırlat. bir tek smyrna blues kalsın. fırlat, patron, senden akanlar benden dökülsün. 



içime bıraktığın merdivende dünyanın en güzel yolunu yürüdüm. onu tuttum hep iyilikle kötülük arasında köprü gibi, gittim geldim kötü olmakla iyi olmak arasında. ortada bir denge varsa eğer sana yaklaşılan her yerde iyilik ağır basıyor dedim. iyiliği pamuk diye bastım bazen. ama kalır, biraz kan. küpeşte demirlerini ısırmak kalır. smyrna blues kalır. rıhtımda pazartesi kalır. merdivende yirmibeş kuruşlar kalır. o çocuk kalır orada. o çocuğun kanı kalır. kini kalır. benden akan kanlar, bırak. senden akan kanlar, bırak. çiçekleri bırak. çocukları bırak. bu dünyada geçen her dakika merdivene yeni bir basamak, ben senden gitsem gidemem artık. trenden inemem, atlasam ölemem. ne dediydin patron, "elimize batsın yaban bitkiler, o çok zehirli bak, onu yiyelim."



bilirsin, aynı şehir yaraladı bizi. ve bilirsin, yine aynı şehir paslı bir kılıcın yerini bizim göğsümüz bildi. bu yüzden aşığız o yaban bitkilere, bu yüzden alışkınız o zehre. patron, bu her defasında parçalanan göğsümü anılarınla dolduruyorum… yiyelim dedim, unutmadan; başka hiçbir şey kalmadığı ve başka hiçbir şey almaya paramız olmadığı günlerdeki o iki çekmece dolusu kruvasanları hatırladım bu gece her şeyin var olduğu geniş mutfağımda. onları ekmek yapışımızı, birbirimizi tanrı yapışımızı hatırladım. zehirli mi diye düşünmeden, yaşadıkça dünyanın bize getirdiği her şeyi yiyelim. ince bir ses duydum senin doğduğun şehirde. ismi hegarty. o şöyle diyor, patron, “umarım birisi vardır.” Patron. umma. birisi var.

cebine şöyle bir cümle bırakmak istedim az önce. dursa dünya. sen onu baştan kursan.


Gökhan İnesi / Onur Budak

Konuşmalar

2015-2017, Denizli

23 Kasım 2017 Perşembe

Ne me quitte pas



şimdi bir şiire nasıl başlayacağını unutup
“ben iyiyim de” diyerek susturduğum bu dili
hangi nehirde yıkamam gerekirse
orada yıkadım

işte ben,
herkes kadar burada
herkes kadar kirli ellerimle
herkes kadar buğulu görüyorum
herkes kadar üşüyorum sabahları
herkes kadar örtünüyorum. dünya bu.

işte sen. bir karartı gibi küçücük bir şehirden uzanıp ellerime
bir gül koyup kaçtın
bir gül koyup kaçtın
ben dağ gibi bekledim burada
sadece durmadan yanıp sönecek kadar ışığım kaldı
kimse dokunmadı
kimse döndürmedi gövdemi
ısıt dedin
acınla ısıt bu kalbi. onur, yanıp sönerek
döne döne ısıt

biraz inga pee
biraz yves klein
belki 2017’de bir paris sokağı
belki 2009’da bir okul duvarı
bak ellerim hala maviye boyalı.

nereye kadar uzuyor raylar
nerede sönüyor ışık
kaybettiğin bir dağ var, biliyorum
aralıktı, biliyorum
sekiz ay boyunca her gün üç kez uyandın uykundan
her gün soldun ve tekrar yeşerdin
acın bir zehir olsa ona ağzımı dayar söküp alırdım
seni yalnız bırakan bu karanlıkta
yanıp sönerken ışığım, gözlerini benim için, sadece bir kez. (kırpma)
bir kez tut gözlerini. (bırakma)
karşındayım bir dağ gibi
soğuğumu unut, buzlarımı unut, yolumu gözle (unutma)

dağın kalbi var, başını koy
bunca yıl üzerime yağan karlardan
önümden geçip giden trenlerden
ve o trenlerdeki insanların
bir köpeğin havlayışına veremediği anlamlardan bahsedeceğim sana

sana yanan evlerden,  ölen çocuklardan, hala yaşayan şairlerden,  biraz resimden, biraz yaptığım tablolardan, biraz mavi gezegenlerden,  bir gökyüzü için yazılmış şeylerden, bir seferlik uçuşlardan, çiçekler ve çocuklardan, egedeki bir şehirden, inecek bir durak düşünmeden bindiğim trenlerden, fante’den, sayıklayarak uyandığım uykulardan, uykumun içindeki rüyalardan, üç yüz yirmi dokuzuncu ayetten, sana biraz, meriçten, yatağıma geciktiğim günlerden, camdan bir buluta yükselmekten, buruk bir lirin çıkardığı seslerden bahsedeceğim.

bu hangi kırmızı, onu durma, yeşert
soğu… içindeki ateşi seninle birlikte ben de üflerim
büyü… sığ… kıs gözlerini… kendine bir yer edin gökyüzünden
ne me quitte pas
ne me quitte pas
haykırdığım dilimi yıkarken içtiğim su incitti beni.
sana döndüm, dünya gibi
ne me quitte pas
ne me quitte pas

n’olursa olsun.
uyuduğun uykundan dön
ısıt burayı. duy beni
ben, işte: her gün burada
bir adım bile kıpırdasam her şey yerle bir olacak gibi hissetmekten
yerinde seven bir dağ

n’olur
aç gözlerini
maviyi geri ver dünyaya.

Onur Budak
18 Ekim 2017 @İstanbul


6 Mayıs 2017 Cumartesi

Gizemli Çocuk. Bitkin Ruh.

























o otobüse bindin mi. yürüyüp gittin mi bir şeylerin uzağına. söyle, gözlerin büyük geldi mi üzerindeki cekete. sığdın mı / sığındın mı o kente. uzun uzun yüzünü / diktin mi belirmeyeceğimi bildiğin bir caddeye. hiç fark etmesen de senin ışığın olabildi mi bu. orada, gelmediğim ve sen ayrılmadan gelmeye cesaret edemeyeceğim o şehirde, kayboldun mu rastlaşmayı beklediğinle. senin gözlerinin değdiği denizin suyu bir avuç da olsa uzanabildi mi benim kıyıma. onu yüzüme sürebildim mi.

bir tutam saman sarısına benzeyen saçlarından kulağına uzanan o şarkı.
bunu aragon da bilir ya-
onu hiç sevebildim mi. benim bu kötü sesimden hiç, duyabildin mi.
yasla boynunu şimdi.
bir şehir yakınına bir ömür sürmeye geldiğim yüzünün bir tarafıyla, gül.
gizemli çocuk. bitkin ruh. senin bütün travmalarını ezberledim ben.
döktüğün ilk gözyaşı. ilk aşık olduğun an. ilk öykün. gül.

gizemli çocuk. bitkin ruh.
hiç kimse anlamazken anladığım
krizantem çiçeği, turkuaz göz bebeği
utangaçlığım yüzünden makinelerin ardında iletilerle acımı yarıştırmayı özlediğim.

yüzünün bir tarafı hep güler bilirim. / gül
ama diğer tarafı / kirpiğini üşütür / sakın ağlama.

Onur Budak
4 Mayıs 2017 @İstanbul


28 Nisan 2017 Cuma

Artık Hiçbir Şey Eskisi Gibi

























şimdi ben
o en yakın yollar bulunsa bile
yedi şehir geçmeden sana ulaşılamayacak bir yerde
antony hegarty'den bir şeyler dinleyerek
sabırla masamdaki kaktüsün büyümesini bekliyorum

ona gecenin üçünde mor bir kristalden yansıyan güneşler düşünüp
tek tek bütün dikenlerini sayıyorum
toprağında bir çocuk dişi gömülü, biliyorum
bileğimi toprağına dayayıp
bir çocuk dileğini büyüten bu beyaz saksıyla
aynı suyu içiyorum


kırk yedi dakikalık bir yaşam avcumun içinde
bütün politik şiirler bir yerde dursun
elli yıl ilerideki bir çocuk. bu dönemi bırak
hiç bilmesin
avcumu senin için
avcumu senin için
sevmekten yara dolu da olsa
bir uç beyin tekrarıyla
daha çok
daha çok açıyorum

çok ileride
parasız çocukların ağzından bir şiiri alıp
senin gördüğün göğe dikiyorum

hope there's someone
hope there's someone


sevgilim, bir çiçek adım benim
bir çiçek adıyla doğup. bir çiçek adıyla yok olanım


şimdi yedi şehir ilerinde
ben
hiç ağlamadan
bir kaktüse sarılıyorum.

Onur Budak
28 Nisan 2017 @İstanbul

22 Nisan 2017 Cumartesi

Meriç, Ölü Melek




















senin yırttığın gökte uçmayı reddettim
korktum göklerden
korktum göklerden gelenden
bu hayata çok incinmiş parmağımla
düşmekle yaralanmanın arasındaki o
ayrılmaz bağa tutundum.

durduğum sular hep aktı /
sürüklendim
arındım
yaralan
dım

sırtımda bir çift göz
nereye gittimse
kararan yerlere bakakaldım

ey. dünyanın götürdüğü şeylerin arasında
bir sözcük arayan gölgem
senden hep geri kalan gövdemle ben
adımladığım bütün şehirlerde
bir taşı işlemeye vakit aradım.

Onur Budak
22 Nisan 2017 @Yalova

17 Mart 2017 Cuma

Anılar İçin Teşekkür Ederim











baş ağrısı.
çekmecede hiç etki etmeyen bir ağrı kesici.
antony hegarty, julia borissova

sol gözümde bir bilet
ağzımın kenarında bir daha hiç dönmeyeceğin
yine de aç, yine de öp, yine de yaralan
bak / korkma kırılmak ve çözülmekten
yine de yürü
ama düşmekten,,

gece: ışıksızlık
ses: I’m going away smiling.

zeytin ağaçları
hiç gidemediğim trenler
beyaz saksıda sabırla büyüyen bir kaktüs
mor bir taş
bir kitabın seksen iki baskısı
saat kulesi
hep söylerim: gözlük kabı

...beni ayakta tut...

başımı okşa
ensemi öp
dizlerime yat

...sende kalsın...

bu kapıdan gir
anahtarı yut
şu masadan dön
şu koltukta yaşa

...sende kalsın...

bu bardağı duvara at
kulaklarıma doğru bağır
elini uzat göğün boğazını sık
çantanı al, bu kapıyı kırıp çık

...sende kalsın...

sırtını dönüşün
kemiklerinden kayan zaman
siyah elbisenin hiç duyulmayan ipeksi sesi

...sende kalsın...

istasyon: hakikaten yolcusun
istasyon: biletsiz ve parasızım.

...sende kalsın...

sende kalsın bu sihir, sevgilim
senin bir akşamüstü gittiğin o treni
elimde susuz ve güneşsiz bir kaktüsle birlikte
yalnızca raylardan da izlerim.

Onur Budak
18 Mart 2017 @İstanbul

1 Mart 2017 Çarşamba

I Love You Earth























yakını gören o küçük gözlüğün masamda kalmış bana bakıyor. gözlük kabın da biraz ileride, bir gölgenin içinde ona dokunmamı bekliyor. onları bir köşeye elimin en narin yeriyle itip yazı yazmam için gerekli birkaç şeyi buraya bırakıyorum. şurada bir çekmece, açsam kimin içi dökülür bilmiyorum. i love you, earth diye bir şarkı var burada. antony hegarty yine ipek gibi, yoko ile birlikte söylemişler bunu. o hala oh my love klibinde john lennon’u öpüyor. burada, antony hegarty’nin sesiyleyken bile. I love you, earth derken bile…

üzerimden trenler geçmiş gibi sırtımı okşuyorum. hafif trenler, hafif uykular... bunların arasında sıkışıp kalarak, i love you, earth derken bile, buradayım… bu beyaz masada, bu üşümüş ellerle, bu her yöne gidiş bileti düşünen kalbimle, ben… ben de seni seviyorum dünya, ama bir dursan…

herkesten gizlenip oturduğum bu masada yüz otuz ikinci kelimemdeyim. bununla birlikte yüz otuz sekiz. bir dursam… ulus baker, sus. kum güzeli, sus.

sana dönüyorum, dünya gibi. senin için, dünya gibi. ne kadar yorgunum bilmiyorsun. yarın kaçta uyanacağım? kaçta evime gireceğim? kaçta uyuyacağım? sığamadığım bu yatakta en çok hangi yöne döneceğim? bilmiyorsun... ismimi hatırlamak bir buçuk dakikanı alıyor bazı günler. sesim nasıldı? nasıl giyinirdim? bilmiyorsun. bir bilet. tren ya da otobüs. uçak sana gelmem için çok hızlı… tekrar gelirsem seni bulamamam için bir şeyler yapmanı istiyorum. tekrar gelirsem orada yokmuş gibi davranmanı. saklan, gözüktüğünün farkında olmayan çocuklar gibi saklan benden. bir yetişkinin ayaklarıyla seni görmemem gerektiğini, seni bulmamam, seni yakalamamam gerektiğini anlat bana. orada olacağım, biliyorsun.

içimde büyüyen inadı kesip attıkça daha da beliriyor. senin için, biliyorsun. yarın kaçta uyanacağın için, kaçta evine gireceğin, akşam ne yiyeceğin için, i love you earth, için, biliyorsun. dünya gözünle biraz olsun güneşe bakabilmek, şu çöldeki kum tepelerinden beydağlarını çıkarabilmek için, bir çiçek büyümek, bir su akmak için, biliyorsun. senin için on üçüncü kez başa alıyorum, evet, senin için, bir kez daha artarak, arttırarak, çoğalarak ve çağlayarak; i love you, earth…

bu sonuncu. artarak giren, azalarak çıkan bu ses bir daha duyulmayacak. yakını gören gözlüğünü eski yerine koyacağım. gözlük kabını hemen yanına… yazı yazmam için kullandığım birkaç şeyi de burada bırakırım diye düşünüyorum. hemen yanına “benden sana bir şeyler” diye bir not. belki bir sabah uyanıp onları sen toplarsın diye. belki bir sabah onlara değersin diye. i love you earth de durdurulmuş bir şekilde burada kalsın, tıpkı gerçek dünyam gibi. belki bir sabah onu da oynatırsın… şurada bir çekmece; açtım, neler döküldü, görmedin... içim. çürümüş bir et parçası gibi, kaçıyorsun... sen şimdi adını tek seferde söyleyemeyeceğim uzak bir şehirdesin, kaçıyorsun, biliyorum. sabahları uyanıyorsun, bir evin var, akşamları bir şeyler yiyorsun, uyuyorsun, uyumadan önce mutlaka birkaç yöne birden dönüyorsun ve tekrar gelirsem orada olmayacaksın.

Onur Budak
28 Şubat 2017 @İstanbul