kalabalıktan sonra hemen boşalmış bir alanda seni aradım. anlık aradım. uzun aradım. kafamın almadığı bir iki şarkı. az biraz klişe. gecenin ikisinde zeytin çekirdeği aradım sokakta. bunu kim anlar. kim. ses. şiir. masa. ışık. güzelce kadınlar. kim.
zeytin ağaçlarını ve onları arayışlarını anladığım zaman elimden gelen şeyler oldu benim de. inanılan tanrıdan kalan dikiş izleri gözükene kadar verdim her şeyi. sol gözüne bir bilet saplandı. sen yine de açık tuttun. ağzının kenarına bir daha dönmeyeceğim isabet etti. sen yine de öptün. işte o günlerde çıplak avcumla benden neler koptuysa hepsi sana değdi. sen yine de yürüdün; seni yine onlar yaraladı.
bilmem. yaralar. ağaçlar. kalbinden giden bir şey olmadı. bazen bir bileti yutup içimde yolculuklar hayal ettim senin bütün trenlere binerek. dedim ki biz sadece acı çekiyoruz. bu acı bazen kibritin en uzunu gibi bazen de kibrit kutusundan bıçak çekmek gibi. bıçağı kalbime sürte sürte içimde alevleri kandan bir yangın çıkarabilir miyim, bu yangında kuğulu parkı ve bir kaç şehri yakabilir miyim bilmiyorum. yangından kurtardığım çocuk, yangından kurtardığın çocuk benim. sönsün diye ağladığın yerlerde yürüyeyim biraz, kırar mısın, kır ayaklarımı.
ayakların. kırar mıyım, bilmem. onlarla beraber adımlayacağım çok şehir var. sen… yanarken bile “yanan senin evin” diye haykırdığın zamanlarda bütün bunları üfleyerek söndürdüğümü bilirim. senin benden hiç haberin olmadığı zamanlarda o külleri alıp yüzüme sürdüğümü bilirim. senin bizansını görüp senin bizansında yaşamayı hayal ettiğimi, laleyi, arslanlı rüyaları, bilirim. bütün trenleri hazırladım, ilk istasyonda birlikte yaşadığımız bir şehir var. inecek bir durak düşünmeden, orada, o şehirde, o istasyon için raylardan sağa sola bakmadan geçip yanıma gelecek misin.

senden haberim olmayan zamanları çıktığım bir kuyunun duvarına gömdüm. kokuşmuş edebiyat. kendini tekrarlar. imza panayırları ve sadece maymunlar. çıktım oradan ve abi kelimesinin acının eczası olduğunu öğrendim. birlikte her şehir yeni bir ağrı kesici oldu sonra. sonra her şehirden giderken sızladım. bir gece yarısı herkes uykusundayken çürümüş dişi gibiydim dünyanın. ağladım. ağladım. ağladım. ama düşmedim ağzından. ama sen. ama sonra sen, her hissimin eli çiçekli tanığı. her mutluluğumun şüphelisi. seni. çocuklarını. ağzımdan ciğerime soktuğun merdiveni. o çürümüşlükten ayıkladım. mutsuzluğu ezip geçen bir trenin yolcusu olmak güzelmiş dedim. yürüdüm. durdum. bekledim. sekiz ev iki otelde uyudum. şimdi öyle tuhaf sorular sorma. yanına gelmem için yanından gitmem gerekmez miydi? hiç gitmedim. şimdi içimin bütün ölüleri yeniden diriliyor bir bir, bunun için bir kıyamet gibi kopacak mısın? ,ve.

-ve dedikten sonra bir virgül gerektiğini senden öğrendim cümlesinden de bir şeyler çıkar şimdi. bu cümlenin yanına ağzından ciğerine koyduğum merdivenlerin bile yetmediği o derinlerden, o en derinlerden, bir şeyler çıkar ve, fırlat şuraya. kokuşmuş ne varsa. seni korkutmuş ne varsa fırlat şuraya. bütün trenler benim patron. bütün trenlerimle ezerim senin dünyana dokunup bozanları. fırlat. bir tek smyrna blues kalsın. fırlat, patron, senden akanlar benden dökülsün.

içime bıraktığın merdivende dünyanın en güzel yolunu yürüdüm. onu tuttum hep iyilikle kötülük arasında köprü gibi, gittim geldim kötü olmakla iyi olmak arasında. ortada bir denge varsa eğer sana yaklaşılan her yerde iyilik ağır basıyor dedim. iyiliği pamuk diye bastım bazen. ama kalır, biraz kan. küpeşte demirlerini ısırmak kalır. smyrna blues kalır. rıhtımda pazartesi kalır. merdivende yirmibeş kuruşlar kalır. o çocuk kalır orada. o çocuğun kanı kalır. kini kalır. benden akan kanlar, bırak. senden akan kanlar, bırak. çiçekleri bırak. çocukları bırak. bu dünyada geçen her dakika merdivene yeni bir basamak, ben senden gitsem gidemem artık. trenden inemem, atlasam ölemem. ne dediydin patron, "elimize batsın yaban bitkiler, o çok zehirli bak, onu yiyelim."

bilirsin, aynı şehir yaraladı bizi. ve bilirsin, yine aynı şehir paslı bir kılıcın yerini bizim göğsümüz bildi. bu yüzden aşığız o yaban bitkilere, bu yüzden alışkınız o zehre. patron, bu her defasında parçalanan göğsümü anılarınla dolduruyorum… yiyelim dedim, unutmadan; başka hiçbir şey kalmadığı ve başka hiçbir şey almaya paramız olmadığı günlerdeki o iki çekmece dolusu kruvasanları hatırladım bu gece her şeyin var olduğu geniş mutfağımda. onları ekmek yapışımızı, birbirimizi tanrı yapışımızı hatırladım. zehirli mi diye düşünmeden, yaşadıkça dünyanın bize getirdiği her şeyi yiyelim. ince bir ses duydum senin doğduğun şehirde. ismi hegarty. o şöyle diyor, patron, “umarım birisi vardır.” Patron. umma. birisi var.
cebine şöyle bir cümle bırakmak istedim az önce. dursa dünya. sen onu baştan kursan.
Gökhan İnesi / Onur Budak
Konuşmalar
2015-2017, Denizli