7 Eylül 2014 Pazar

Çünkü Bazen Öyle Olur




















Bir kadın düşlersin. Bir erkek ya da. Onun gecesine uzanıp, onu öpüp koklamak istersin... Sarılıp sarmalamak, dokunmak, teninde uyumak, teninde uyanmak, teninde uyumamak ya da... Etini mesela, etine dokumak istersin... Ama o an kalbine öyle bir yumruk yemiş gibi olursun ki, sadece yanında özgürce ağlarken bulursun kendini...

Çünkü bazen öyle olur.

İçinde büyür bazı şeyler. Büyür, büyür, sonra bir bakmışsın ki yoksun. Onlar senin kalbindeki ufak acıyı avuçlarıyla sevip, öpüp, sulayıp, besleyip öyle bir büyütmüşlerdir ki, bir bakmışsın ki yoksun. Her yer acı, her yer acı...

Çünkü bazen öyle olur.

Ölümleri unutursun. Savaşları, dünyanın o büyük açlığını, ağlayan çocukları, babasının; cansız bedenini torbayla taşıdığı küçük Muharrem'i bile... Berkin'i bile... Gözlerini dünyaya yumarsın, yumarsın, sonra bir bakmışsın ki, açtığında artık her yer karanlık, her yer karanlık...

Çünkü bazen öyle olur.

Mevsimleri unutursun. Yazın sıcağını, kışın soğuğuyla karıştırırsın. Sonra bir bakmışsın ki, mevsimi bilip bilmemek zaten önemli değildir. Çünkü anlarsın; veda etmenin mevsimi olmadığını... Onun hep soğuk olduğunu...

Çünkü bazen öyle olur.

Öyle bir dünyada nefes alırken bulursun ki kendini, öyle bir ülkede yaşıyorsundur ki, bir çocuk doğurma hevesini bulamazsın içinde... Çocuğunun nerede büyüyeceğini düşünmezsin. Nerede okuyacağı önemsizdir. Önemsizdir çıkan ilk dişini kimin göreceği, ilk kahkahası, ilk ağlayışı... Dizlerinin ilk kanadığı o tatlı ama hüzünlü an, ilk aşık oluşu... Hiçbiri gelmez aklına. Nasıl öleceğini düşünürsün onun... Bir bakmışsın ki, bu düşünceler beynini kemiriyor, kemiriyor, sonra artık düşünmemeye, bir düşünme eylemini bile gerçekleştirememeye başlamışsın...

Çünkü bazen öyle olur.

Bazen bir otobüsün camından dönüp geçmişine bakarken bulursun kendini. Yitirilen dostluklar ve aşklar ve evler gelir aklına. Hepsini unutacağını düşünürsün. Sonra yıllar geçer, bir şarkı duyarsın. Şarkı dilini ısırır, etini kemirir, kalbini emer. Hatırlarsın, hatırlarsın. Bir dostluktan ve bir aşktan ve bir evden geriye öyle şarkılar kalır ki, unutamazsın, unutamazsın. Bilirsin, hatırlamak boynunun borcudur...

Çünkü bazen öyle olur. Çünkü bazen öyle anlar gelir ki, bir tek hüznü olduğunu anlarsın, "kalbi olanın."

29.08.2014 / Onur Budak


3 Eylül 2014 Çarşamba

Her Şeye Rağmen Güzel Bir Yazdı














İki Güzel Antalya Yılına...

“Her Şeye Rağmen Güzel Bir Yazdı”

İstanbul’da yaşadığım bir veda sahnesi için: “Veda etmenin mevsimi olmuyor, o hep soğuk” demiştim. 2012 yazıydı, orada veda etmiştim güzel insanlara, Antalya’ya gelmek üzere…

Şimdi dönüp bakıyorum da, iki koca Antalya yılı devrilmiş. Devrilmiş; bilmem ardımızdan bir boşluğa mı, üzerimize mi… Ama üzerimize devrilen şeylerle yerin daha alt katmanlarına geçip, orada da mutlu olmayı da bildik biz, işte bu yüzden ne olursa olsun inanın hiç fark etmez.

Çok güzel dostlar tanıdım, iyilikleri hep aklımda. Çok güzel kızlar öptüm, tatları hala ağzımda. Çok güzel kızlarla uyudum, yaşattığı şefkat ölçülemez. ve çok güzel bir kız sevdim saçları sarı, gözleri mavi; denizle gelen, denizle giden… İşte onu da bıraktım bu deniz ülkesinde. Ama o dünyanın en güzel kızlarından biriydi. Ama öyle terk ederek değil, terk edilerek değil, unutarak hiç değil, onu içimde öldürerek bıraktım bu deniz ülkesinde, tıpkı Poe’nun Annabel Lee’yi bıraktığı gibi… Ama o dünyanın en güzel kızlarından biriydi. Ben çok denizlerde çok sular yuttum iki yıl boyunca... Çok kulaç attım, çok battım, çok çıktım; yüzmeyi öğrendim. Çok sancı çektim, çok güzel duygular doğurdum bu sancılardan. Duygularımı emzirdim göğsümde, kimi zaman kan aktı, kimi zaman süt ama büyüttüm ne kadar duygum varsa… Daha çok sevmeyi öğrendim ve özlemeyi ve ağlamayı ve korkmayı ve…

ve

da

yı…

Çok güzel şiirler yazdım, çok güzel kitaplar okudum, hayatın bunlardan ibaret olduğunu anladım… Şimdi dönüp bakıyorum, o kadar güzel insan bırakıyorum ki geride, kendim kadar düşünecek başka insanlarım da olmuş hayatımda artık. Benim güzel insanlarım… Sanırım bu iyi bir şey. Sanırım bu ağbi, abla, kardeş, anne, baba olmak gibi bir şey… Bu, bu çok güzel bir şey…

İşte o geride bıraktığım insanlara sesleniyorum şimdi. Onlar kendilerini biliyor…

Hayatın tüm gereksiz, önemsiz şartları bizi zamanla birbirimizden koparsa bile, bir gün bir şarkı açacağız ve burada, Antalya’da, Manavgat’ta, o veronez yeşili ırmağın ucunda olacağız. “Her şeye rağmen güzel bir yazdı” dediğimiz yazın sıcağında ısınacağız. “Beni bir yaza gömdülerdi bir zaman” denilen yaza geri dirileceğiz. Bir şarkı bizim hayata karşı olan tüm sorumluluğumuzu unutturacak, bir akdeniz akşamında bulacağız kendimizi, sarı sıcak. Hatıralarımız kalacak… Aklımız kalacak… Kalbimiz kalacak… Şarkılar diyorum, şarkılar kalacak… Dinleyeceğiz bir tanesini, sonra Nazım gelecek hatırımıza, “Biz artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek isteyeceğiz…” Sonra eşlik edeceğiz bir şarkıya… Sesimiz yükselecek, bir marşa eşlik eder gibi saygı ve sevgi dolu olacağız, yine kendimizi o akdeniz akşamında bulacağız…

Tanıdığım tüm güzel insanlar, öptüğüm kızlar, uyuduğum kızlar, sevdiğim sarı saçlı kız… Hayatınızdan bir Onur Budak geçti. Antalya’dan bir Onur Budak geçti, onu unutmayın.

Hakkınızı helal edin, hakkınız ölçülmez. Her şey gönlümüzce olsun. Yolumuz açık olsun, kapalı olacaksa da çiçekler olsun önümüzde, onlar kapasın… Şimdi gözlerimden akan tatlı, tuzlu gözyaşını öpüp içiyorum, siz de öpün o gözyaşını…

Benim güzel insanlarım… Beni ve birbirinizi asla unutmayın. Unutmayın, her şeye rağmen güzel iki yıldı. Ve hep şu cümleyle hatırlayın;

“Her şeye rağmen, güzel bir yazdı.”

İşte demir aldı şilebimiz, gidiyor, gidiyor, gidiyorum.

03.09.2014 / Onur Budak 
Antalya

29 Temmuz 2014 Salı

Düş'eş
















Onunla karşılaştığımızda plazanın en üst katındaydık. Çatısında. Çatıya intihar edecek insanlar çıkardı, bir de sigara içenler. Zaten sigara içenler de mutlaka aşağıya bakıp oradan düşüşünü hayal ederdi... Ona doğru ilerledim. Yerde küçük kan lekeleri vardı. Telaşlandım. Ona doğru ilerlemeye devam ettim. Ayakkabılarımın yerdeki cam parçacıklarının üzerine basarak çıkardığı sesler gerilim müziklerini aratmıyordu. Çok fazla film izlemiştim ama böyle bir sahneyi hiçbir filmde görmemiştim. Çünkü o saçların rüzgarda böyle dalgalanmasına hiçbir film hilesi yardım edemezdi. İnsanoğlu, ilk defa bu saçların rüzgarla olan ilişkisinden etkilenerek birbirini öpüp okşamaya başlamış olabilirdi. Hızlandım. Süt beyazı bacaklarını kaldırdı ve topuklu kırmızı ayakkabıları, demir korkulukların diğer ucuna demir attı. Artık yüzü bana dönüktü… Evet, aşık olmuştum ama duygusallığın sırası değildi. Bağırdım.

“Dur, ne yaptığını sanıyorsun sen!”

Başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Gözlerinden süzülen minik bir yaş, rüzgarla beraber dudağıma kondu.

“Sen kimsin! Ne işin var burada! Olduğun yerde kal. Yaklaşma!” diye haykıran titrek bir ses duydum. İlk defa ölümden bu kadar korktum. Üstelik başkasının ölümünden… Onu ikna edebilecek saçma hayat hikayeleri arıyordum ki, onun sesi düşüncelerimi bastırdı.

“Ya kendine çabuk mantıklı bir neden bulup benimle beraber atla, ya da buradan hemen git…”

Afalladım. Konuşmayı sürdürdük.

“Dur. Biliyorum, hiçbir şey önemli değil. Biliyorum, çok yalnızız. Biliyorum insanlar… Lanet olsun biliyorum ki hayat yaşamaya değer değil! Ama sen de şunu bilmelisin, hayat ölmeye de değer değil!”

“Sen de dinlemeye değer değilsin! Korkak! Git buradan.”

“Tamam. Atla. Ama gitmeden bana bir hikaye bırak. Anlat. Nedenini anlat...”

“Hatırlayamıyorum. Lanet olsun ki, buraya çıkışımın asıl sebebini hatırlayamıyorum! 27 yaşındayım. Şuramda senelerdir bir ağrı var. Her gün uyumadan aklıma gelen, her mevsim üşümemi sağlayan bir buz kütlesi var. Bir fırtına, bir yağmur, bir deprem… Bir dalga var, dalgakıranı olmayan… Büyük bir kaza geçirdim. Hayatımın öncesini hatırlayamıyorum. Evde fotoğraflar var. Onlarca. Yüzlerce. Ama hepsinde onun yüzü kesip atılmış fotoğraf karelerinden. Onu göremiyorum. Bulamıyorum. Hafızam bulanık bir deniz gibi. Sisli bir şehir gibi. Geçmişimle olan tek bağım, ondan kalan tek miras, şu sararan mektup…”

Ellerinde buruşturduğu mektubu bana uzattı. Avuçlarında derin yarıklar vardı. Yerde neden cam kırıkları olduğunu şimdi anlamıştım. Avucunda sıkıştırdığı mektubu aldım. Kötü bir el yazısıyla yazılmıştı. Okumaya başladım.

   “Sevgilim. Köprücük kemiğin. Köprücük kemiğine uzansam hemen uyurum… Saçların. Saçlarına tutunup özgürlüğe sürüklenebilirim…  Kahverengi çillerin. Çillerin her noktasından ayrı ayrı öpülmeyi bekliyor…  Dudakların. Yıllar öncesinde köprüden düşürülüp kırılan ölümsüzlük iksiri, dudaklarına dökülmüş olabilir… Mavi gözlerin. Gözleri denizi ikiye bölebilir… Ellerin. Ellerin uzansa göğe, gökyüzünden bir yıldızı aşağı indirebilir. Ve gamzelerin. Gamzelerin büyük bir krateri andırıyor ve o çukurun içinde yaşayabilirim…
Ben seni tamamlıyorum, bunu bil. Seni kimse benden daha fazla sevemez, bunu da bil. Seni seviyorum, bunu da mutlaka bil. Senin tüzüğün olsun bunlar. Senin anayasan, kanunların, değişilmez madden. Seni seviyorum, bunu her uyandığında sana hatırlatacağım, hatırlatacağım bir gün, boynundan öperek.
Sen benim attığım adımsın.”

Mektubu okuyup güzelce katlayarak ona verdim.

“Peki kim bunları yazan, böyle seviliyorken, neden parmaklarınla kavradığın şey onun parmakları değil de, o demir korkuluklar?”

“Bilmiyorum! Hatırlayamıyorum. Onu çok sevdiğimi hatırlıyorum. Ondan başka hiçbir insanı sevmediğimi hatırlıyorum. Ama o… Eminim benim gideceğim yerlerde beni bekliyor. Yoksa beni bırakmazdı. Yaşıyor olsa beni bırakmazdı. Gidiyorum. Onu bulmaya gidiyorum. Bir ölüm, başka bir yaşam getirir derler. Ölüme gidiyorum, onun olduğu bir yaşam için… Ben ölüme yakın değilim, sadece hayata çok uzağım…”

Aklım durdu. Işıklar kapandı. Perde çekildi. Ağır çekim bir film sahnesi gibiydi her an. Parmakları piyanonun tuşlarından çekilir gibi zarifçe, demir korkuluklardan çekilmeye başladı. Salsa yapıyor gibiydi ve sıradaki figürün adı dip’ti. Korkuluklardan elini yavaşça çekip, geriye doğru eğilip, partnerinin dizine doğru sırtını yaslıyordu. Çok asildi. Ama partneri onu tutmamıştı. Sır tüstü düşüyordu…
Tüylerim diken diken olmuştu. Aşağıya bakmak için kendimde cesaret aradım, bulamadım. Yüksek bir ses duydum. Ve bir sessizlik. Ve bir çığlık. Ve bir bağırışma. Ve bir siren sesi…

Aşağı inip kalabalığın arasından ona son kez baktım. Sırtüstü yatıyordu. Yüzü hala çok güzeldi. Elleri… Ama elleri bu defa çok fazla beyazdı... Cemal Süreya’nın bir dizesi geldi aklıma. “Ellerin beyaz / tekrar beyaz / tekrar beyaz / Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum”
Onu siyah bir torbanın içine koyduklarında, hafiflediğimi hissettim. Çok fazla parçamı götürmüştü…
Eve doğru yürüdüm… Geçtiğim her sokakta onun için bir damla göz yaşı bıraktım. Geçtiğim her meyhanede onun için bir duble rakı içtim. Geçtiğim her köşede onun için bir izmarit bıraktım.
Eve geldim. Kapıyı bugün için çağırdığım temizlikçi açtı. İçeri girdiğimde her yer dağınıktı. Geniş bir temizlik yapıyordu. Etrafta hiç görmediğim eşyalar vardı. Kadın yanıma yaklaştı.

“Beyefendi, bu kutuyu atılacak eşyaları ayıklarken buldum, önemli bir şey vardır diye atmadan sormak istedim.”

El işlemeli ufak bir sandıktı. İçini açtım. Çocukluk fotoğraflarım, şiirlerim, kazandığım belgeler ve birkaç mektup vardı. Çok sevindim. Kadına teşekkür edip odama geçtim. Askerliğimde annemden aldığım bir mektubu bulup okudum. Gözlerim doldu. Annem için dua edip bir başka mektup aldım. İsim yazmıyordu. Yarım bırakılmış bir mektup gibiydi. Temize çekileceği için buruşturulup atılmış bir mektup gibiydi. Kötü bir el yazısı vardı. Okumaya başladım.

“Sevgilim. Köprücük kemiğin. Köprücük kemiğine uzansam hemen uyurum… Saçların. Saçlarına tutunup özgürlüğe sürüklenebilirim…  Kahverengi çillerin. Çillerin her noktasından ayrı ayrı öpülmeyi bekliyor…  Dudakların. Yıllar öncesinde köprüden düşürülüp kırılan ölümsüzlük iksiri, dudaklarına dökülmüş olabilir… Mavi gözlerin. Gözleri denizi ikiye bölebilir… Ellerin. Ellerin uzansa göğe, gökyüzünden bir yıldızı aşağı indirebilir. Ve gamzelerin. Gamzelerin büyük bir krateri andırıyor ve o çukurun içinde yaşayabilirim…
“Sen benim attığım adım….”


Mektubun altından bir fotoğraf çıktı. Aynı sarı saçlar, aynı beyaz eller, aynı güzellik. Hatırladım. Ani bir şokla her şeyi hatırladım. Geçirdiğimiz kazayı, onu, en çokta az önce ettiği intiharı hatırladım. Yürüdüm. Kentlerce yürüdüm. Kentlerce geri döndüm. Kentlerce ağladım. Kentlerce bağırdım. Sustum. Önü sarı şeritlerle kaplanmış, kanla kirlenmiş plazanın önünde durdum. Beyaz bir boyayla onun vücudunun düşüş izinin yere resmedildiğini gördüm. Boya kutusu yan tarafta duruyordu. Ruhum bedenimden çekilip onun izinin yanına uzanmış gibi oldu. Boyayla kendi vücudumun düşüş izini çizdim. El izlerimiz, onunla el tutuşmuştu. Plazanın kapısından içeri girdim. Çatı katına doğru yürüdüm… Cam kırıklarına basarak demir korkuluklara çıktım. Bir ölüm, başka bir yaşam getirirmiş. Ölüme gidiyorum,  onunla beraber yaşamak için… Ben ölüme yakın değilim, sadece hayata çok uzağım… Kulağımda hastalıklı Gloomy Sunday çalıyor. Ellerimi korkuluklardan çektiğim anda, çocukluk rüyalarımdaki gibi boşluktan süzülmeye başlarken, bu mektubu fırlatıyorum çatıya.  











Onur Budak / "Sokak Misyonu Dergi, Hazin' An" sayısından...

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Vav ve Lâl























bir kelebeği vuruyorsun sol kanadından
bir ağacın gövdesine sarılıp izliyorsun kelebeğin düşüşünü
sana kalırsa, eğer yere çakıldığı anı görmezsen, sen öldürmüş sayılmazsın kelebeği

ama,,
unutma.

onu sen ittin!

(beni,,
sen,,
ittin...)

29.06.2014 - Antalya / Onur Budak


25 Haziran 2014 Çarşamba

Düş'eş






















Onunla karşılaştığımızda plazanın en üst katındaydık. Çatısında. Çatıya intihar edecek insanlar çıkardı, bir de sigara içenler. Zaten sigara içenler de mutlaka aşağıya bakıp oradan düşüşünü hayal ederdi... Ona doğru ilerledim. Yerde küçük kan lekeleri vardı. Telaşlandım. Ona doğru ilerlemeye devam ettim. Ayakkabılarımın yerdeki cam parçacıklarının üzerine basarak çıkardığı sesler gerilim müziklerini aratmıyordu. Çok fazla film izlemiştim ama böyle bir sahneyi hiçbir filmde görmemiştim. Çünkü o saçların rüzgarda böyle dalgalanmasına hiçbir film hilesi yardım edemezdi. İnsanoğlu, ilk defa bu saçların rüzgarla olan ilişkisinden etkilenerek birbirini öpüp okşamaya başlamış olabilirdi. Hızlandım. Süt beyazı bacaklarını kaldırdı ve topuklu kırmızı ayakkabıları, demir korkulukların diğer ucuna demir attı. Artık yüzü bana dönüktü… Evet, aşık olmuştum ama duygusallığın sırası değildi. Bağırdım.

“Dur, ne yaptığını sanıyorsun sen!”


Devamı için; Sokak Misyonu Dergi'nin, "Hazin' An" isimli sayısını temin edebilirsiniz...

Dergiyi temin edebileceğiniz yerler;

İstanbul: Taksim Mephisto, Taksim Aziz Kedi Kitabevi, Kadıköy Mephisto, Kadıköy 6.45 Dükkan

Ankara: Kızılay Tayfa Kitabevi, Kızılay Ardıç Kitabevi

İzmir: Alsancak Yakın kitabevi

Antalya: Muratpaşa Kitap Kurdu Kitabevi / Manavgat Çetin Kitabevi

17 Haziran 2014 Salı

Doku
















Dokunmadan dokusunu bildiğin şeyler olur ya.. Yumuşak dersin.. Sert dersin.. Sıcak dersin.. Soğuk dersin.. Duyu organınla hissetmezsin, ama "duygu organınla" hissedersin.. ve bu tüm duyu organlarından daha kutsal kalır... 

Evet, sanırım sende bulduğum şey bu.

17.06.2014 / Onur Budak

11 Mayıs 2014 Pazar

Mektup / 13.07.2013

    

Saat 08:50 ve ben uzun zamandır yapmak istediğim bu düşünceyi, tam da bu anda yürürlüğe koyuyorum. 13 Temmuz’da, Cumartesi gününde. Beraber geçirdiğimiz birinci ay bugün…

Bu düşünce hakkında biraz açıklama yapmamı bekliyorsun şimdi. Ama hayır, istemiyorum. Dışarda sabahladım. Gözlerimi ne kapatmak, ne de açmak istiyorum. Kafamın içinde bir kütle var gibi, taşıyamıyorum, çok yoruldum. İstediğim ne mektuplaşmalar hakkında beylik cümleler kurmak, ne de bunu neden yaptığımı anlatmak. İstediğim şey sensin benim.

“Sen.”
“Sen.”

Bu sözü aklıma yatırdım, uzun uzun düşünmeye başladım az önce. Gördüğüm en sıkı kelime. En sıkı, en sıkıştırılmış. Düşünsene, yağmur damlaları akmış nehirlere, nehirler taşmış denizlere, denizler büyümüş, okyanus olmuş. Boydan boya maviye boyanmış her yer.  Her yer sana benzemiş. Pablo Neruda’nın bir cümlesi geldi aklıma. "Değil mi ki senden ötürü boyuyorlar maviye hastaneleri…" Oturup uzun uzun düşünüyorum. Bu cümlede bahsedilen şahsın sen olabileceğin geliyor aklıma, aklıma saplıyorum birkaç yapay mermiyi. Çünkü seni benden başka kimse anlatmamalı. Neruda olsa bile, anlatmamalı. Sen, başkalarının dilinden çıkan sadece bir kelime olursun, benim ise, dilimden çıkan kalbim. Evet... Açsam ağzımı şimdi, adını yatırsam dilimin ucuna, kalbim çıkar gider senin ardına, sesinin ardına… Ne demiştim, “sen…” Gördüğüm en sıkı, en sıkışık kelime. Buraya kadar gelen ve sonsuza kadar uzanacak olan cümlelerimin içine sığdığı kelime.
Az önce tartıştık seninle. Biliyor musun, senin bu halini çok seviyorum. Tüm dünyayı karşımıza alıp, meydan okuyacağımız zaman da böyle ol olur mu? Böyle sinirli, böyle başın dik, böyle arzulu, böyle kıskanç, böyle güçlü ve güzel böyle…

Sevgilim, güneş ışığını bırakmış sana, boyunca bir maviyi çalıp getirmişsin uzak yerlerden. Ne diyorum biliyor musun? O maviliklerini getirdiğin uzak yerlere gidelim seninle. Dönelim sonra, tekrar gidelim. Sonra tekrar…
Tekrar gidelim…
Tekrar gidelim…

Çünkü gitmek güzel bir eylemdir sevgilim, avuç içlerimiz birbirine temas edecekse yol boyunca…

Gitmek güzel bir eylemdir sevgilim, sen de öyle.

Gözlerindeki maviden öpüyorum…


“Sen benim ideolojimsin.”


13.07.2013 / Onur Budak

9 Mayıs 2014 Cuma

Veronez Yeşili

















Yağmur başladı. Ara ara. Sakin sakin. Yeterince ıslandıktan sonra otobüs geldi, bindim. İçerisi kalabalıktı. Arka taraflarda oturulacak yer gördüm. Tek kişilikti. Kalabalığın içinde insanlara sırtımı vererek ilerledim. Sırtımı dayadığım onca insan olmuştu. Çok güvende olmalıydım... Sonunda oturdum. İnsanlar başlarını birbirinin omzuna değil, soğuk ve mozaiklere dönüşmüş ufak lekeleri olan camlara yaslamıştı. O mozaikler silmekle çıkmayan lekelerdi. Büyük camın içinde çok küçük bir yer tutmasına rağmen, gözümüz o mozaikli lekeye çarpıyordu. Acılarımız da bazen böyledir… Herkeste garip bir yolculuk hüznü vardı. Olsundu... Derken önümde oturan kırk-elli yaşlarında bir kadın gördüm. Klasik ve güzel giyimli, bakımlı, güzel kokulu, şefkat kokan bir kadın. Anneye benziyordu… Kitap okuyordu. Kulaklığına serum muamelesi yapıp bağlanan insanları görünce, elinde kitap olan o kadına muazzam bir saygı ve hayranlık duymaya başladım. Bu yaş gruplarındaki insanların kitap okuyor olması içime biraz umut serpti. Gülümsedim. Sonra tam kadının okuduğu kitaptan bir kaç cümle yakalamaya çalışıyordum ki, kitap kapandı. Ön ve arka kapağına şöyle bir göz atıldı, çantaya koyuldu ve kadının gözlerinden otobüsün camından gözükenlerin de ilerisini görebilecek derin bir bakış çıktı. Okunan kitabın ismi yüzümde bir yumruk gibi patladı. Gülümsemem dağıldı. "Alzheimer Hastası İle Yaşamak."

Ayağa kalkıp bir başkasına yer verdim. Kadının yüzünü izleyebileceğim bir yere ilerledim. Durdum ve kadını izlemeye başladım. Kadının gözünden bir kaç damla yaş süzüldü. Ama ağlamıyor denilecek kadar güçlüydü. O kadar soğuk kanlıydı ki, yaşlar her an bir buz kütlesine dönüşüp suratında parçalanabilirdi. Boynundaki ince kolyede yazıyordu, ismi Gülay'dı... Çantasından bir not defteri çıkardı. Günlüğe benziyordu. İlk sayfasını açtı. Bütün kelimeler çok net görülebiliyordu...

“6 Nisan 2014”

Gül-ay. Güllerin açtığı ay... İsminin anlamına bu kadar zıt bir yaşam süren bir tek ben varımdır herhalde... Yıllar önce bir ay gibi ışıltılı olan karnımda açan gül, oğlum...  İnanç… Yeşil gözlüm. “Veronez yeşili, zümrüt yeşili, krom yeşili, hepsi katılmıştı birbirine” ve İnancın yeşili bulunmuştu... Onun bu halini izlemek, artık güllerimi değil soldurmak, açtırmıyor bile...

İnanç bir ay önce, dokuz yaşında düştüğü için yara izi kalan bacağına, ne olduğunu sordu... Nefesim kesilir gibi oldu, toparlanıp anlattım... İnanç bir hafta önce, 
— "anne, kızma ama anımsayamadım, senin adın neydi?" diye sorduğunda bulaşık yıkıyordum. Suyu daha şiddetli açıp hıçkırıklarımı duymamasını sağladım... Ona baktım, bir mum gördüm, eriyen. Eridikçe yanaklarımı eritecek gözyaşları akıtan bir mum… Ve İnanç, yarın veronez yeşili gözlerini bana dikip, beni tanımadığını söyleyince ne yapacağımı bilmiyorum...

Gülay, günlüğün boş bir sayfasına bugünün tarihini attı ve bir kaç damla gözyaşı bırakıp sayfayı kapattı.

Uzunca yürümek istiyordum. Bir sonraki durakta inmek için kapıya yaklaştım. Daha sonra ani bir fren sesi duyuldu. Bir çığlık, sonrasında ufak bir sessizlik, daha sonra etrafa toplanmış bir insan yığını ve otobüsün camına yumruk olup çarpan eller… Otobüs kaza yapmış, bir kişiyi ezmişti… Şoför ne yapacağını bilmediği için kapıları kapalı tutuyordu. Birden ellerini saçlarını götürdü. Saçlarını çekerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Otobüsteki herkes acının sese bürünmüş halini dinliyordu. Otobüsün camına yumruklar iniyordu. Şoföre bakmak  için yanına gittim. Gülay Hanım, şoförün geçirdiği şokun kalıcı bir etki yaratmasını engellemek için birkaç ilkyardım müdahalesi yapıyordu. Şoförün Elinde bir fotoğraf vardı. Tekerlekli sandalyede oturan bir çocuk… Oğlu... Ailesi… Hatalıydı. Ömrünün geri kalanını onlardan uzak geçirmesini sağlayacak bir kaza yapmıştı. Hatalıydı. Ama insandı. Bir çocuğu vardı. Tekerlekli sandalyeye mahkum bir çocuğu. Bu neden bile gözümde onu masum yapabiliyordu… Bir çocuğun ölmesi gerekiyordu. Ölecek bir neden arıyordu. Bu neden, tekerlekli sandalyeye mahkum bir çocuğa bakması gereken bir adamı bulmuştu. İnsanlar buna kader diyordu…

Otobüsün kapısı açıldı. Dışarıda bağırıp otobüsün camını yumruklayan adamlar yumruklarını şoföre indirmeye başlamıştı. Otobüsteki insanlar onları uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bir ambulansın siren sesleri duyuldu. Ürkütücü ve soğuktu. Çığlıklar siren seslerini bastırdı. Yürüdüm. Yerde yatan gencin metrelerce ileri sürüklenmiş kahverengi kordonlu saatini gördüm. Biraz ileride deri çantasını vardı. Daha ileride de siyah ayakkabıları. Saati sevgilisinin hediyesi olabilirdi. Bir sevgilisi olabilirdi ve bu acıyı ikiye katlardı. Çantasını annesi almış olabilirdi ve bu acıyı üçe katlardı. Ve ayakkabıları… Ayakkabılarını kendisi almış olabilirdi. Ama bu acının katlanmasını durduramayabilirdi…

Yürüdüm. Siren seslerinin içinden, çığlıkların içinden geçtim, yürüdüm. Gencin yüzüne bakmak için yürüdüm. Polisler gencin cebinden telefonunu çıkarmışlardı. Bir yakınının telefonunu çeviriyorlardı. Derken o karmaşanın içinde arkamdan gelmekte olan topuklu ayakkabıların seslerini duydum. Arkamı döndüm. Gülay Hanım’dı. Bu kargaşa ve yıkım dolu ortamın verdiği acıyı omuzlarından biraz olsun atıp hafifletmek için olay yerinden uzaklaşmaya çalışıyordu. Birden Gülay Hanım’ın telefonu çalmaya başladı. Bir polis memuru kaza yapan gencin annesini arıyordu. Hemen arkamda beliren bir annenin, Gülay Hanım’ın telefonu çalıyordu. Günlerdir kulaklarımda olan bir çığlık duyulmaya başladı.


Yerde yatan gencin açık olan gözlerine baktım. Gözleri veronez yeşili, zümrüt yeşili, krom yeşiliydi… 


09.05.2014 / Onur Budak 

8 Mayıs 2014 Perşembe

Geldin. Gelecektin. Mecburdun.

"Gelişi güzel olanlara..."

Poe'nun, senelerce senelerce evvel, bir deniz ülkesinde, bir gece rüzgarından bulutun, üşüyüp giden kızıydın sen, bana geldin. Nazım'ın Saman Sarısı'ydın, bana geldin. Aragon'un Elsa'sıydın, bana geldin. Süreya'nın Üvercinka'sı, Attila İlhan'ın Pia'sı, Orhan Veli'nin Nahit Fıratlısı, Turgut'un Tomris'i, Nilgun Marmara'nın kuşları, Ahmet Telli'nin Küçüğü, Edip'in Mavi'si, Ümit Yaşar'ın Yeşil'i, Birhan Keskin'in Omurgası, Murathan Mungan'ın bitirdiği tüm yazlarıydın, bana geldin. 

Geldin. Gelecektin. Mecburdun. Çünkü hiç bir şair boşa yitirmedi bunca güzelliği. Çünkü hiç bir şair'in kaybettiği bunca güzelliği boşuna toplamadın sen gökyüzünden, denizden... Çünkü boşuna yazmadı Onur Budak, Denizle Gelen şiirini. Gelecektin, mecburdun, bir ilkbahar günü, denizden, yine geldin...

28.04.2014 / Onur Budak


29 Nisan 2014 Salı

Altıncı Duygu Organım

Seni düşünerek uyumak ne büyük olay...

Dinliyorum şimdi susturduğun bütün enstrümanlardan kalan bu derin sessizliği. Dinliyorum şimdi dindirdiğin yağmurlardan, kırdığın dalgalardan, göğsünü siper edip durdurduğun rüzgarlardan kalan bu derin sessizliği... Öyle bir sessizlik ki bu, hiç duymadığım notalarla kaplı... Sessizliğin içinde öyle bir ses ki bu, sen bana seni seviyorum diyorsun, ben kulakları hiç duymamış bir çocuğun, ilk defa annesinin sesini duyduğu anlara bürünüyorum... Sen biraz da annemsin benim. Sevgilim... Arkadaşım... Çocuğum... Çocukluğum...  Sen, annemin koyduğu ismimi, en güzel söyleyensin...

Adını dudaklarımda ıslatarak uyumak ne büyük olay...

Birbirine aşık insanların karınlarında uçuşan kelebekleri bencilce öldürdüm bugün. Başımı bir aşk sonrası intihar etmiş kuşların tüyleriyle kaplı yastığıma koydum. Bugün, yarını bekleyemeden sevdim seni... Düşünsene şimdi ellerimin yanaklarında yapışıp kaldığını... Dilimin diline değip, yalnızca ikimizin bildiği, bizden başka tüm insanların anlayabileceği ama konuşamayacağı yeni bir "dil" yarattığını... Diyorum ki sana, öyle bir dil yaratacağız ki, herkes bu sevgiyi anlayacak, ama kimse birbirini böyle sevemeyecek...

Ellerimi göğsüme bastırıp, en sevdiğimiz şarkıya kalbimin atışlarıyla ritim tutmak diyorum, ne büyük olay...

Kaldığım karanlığın içinde çırpınırken, kalbimi her yere çarpıp kırarken geldin. Ne kadar karanlık varsa dağıttın beyazlarla. Üzerine mavi koydun. Gözleri hiç görmeyen bir çocuğun, kendi yüzünü ilk kez gördüğü anlara büründüm. Bir çocuk düşün, gözlerin, ağzın, ellerin, parmakların, üzerine bastığı ayakların neye benzediğini hiç bilmeyen bir çocuk... İşte böyle bir şeydi senin olmaman. Gelmesen neye benzediğini unutacaktım seninle beraber tüm insanlığın... Geldin. Mecburdun. Sana ihtiyacım vardı. Bana ihtiyacın vardı.
 Kalbimin mesela, atacak küçük bir yere ihtiyacı vardı. Geldin, avuçlarını açtın, mecburdun. Dokunulmaya ihtiyacın vardı. Geldim, hiç kimsenin keşfedemediği, sevginin bana kazandırdığı altıncı duygu organımla dokundum. Mecburdum. Mecburduk. İkimizin bize ihtiyacı vardı...

Seni sevmek diyorum sevgilim... Sahi, ne büyük olay, ne büyük bir şans...

Karıncalar taşısın sana sevgimi bir ömür boyu...

30.04.2014 / Onur Budak

14 Nisan 2014 Pazartesi

Dişlerimde Çalınan Piyanonun Sesleri

Sesin ne güzel bir şarkıdır senin… Dudakların… Dudakların dudaklarımla birleştikçe yaralarımı diker, dokur ipeksi düğümlerle… Saçların ellerimi bağlar, tutup sürükler özgürlüğe… Yaralar açar, soyulur ellerim, senin tenini giymek üzere… Gözlerin… Gözlerin dinlendirmem için vardır bakışlarımı… Nabızların… Nabızların ağzımın kenarında atmak için çırpınır, sen bilmezsin, duyarım… Kokun avuçlarımın içinde saklanmak için yayılır etrafa, sen hissetmezsin, ben anlarım, koklarım, kokunu öperim, ko k u n u sak la rım… Avuç içlerin bir kuşun yavrusuna topladığı çalılardan, ağaç parçalarından, yapraklardan oluşur, avuç içlerinde büyütürsün beni… Kalbin… Kalbin benimle olmadan da atar.. Kalbin atar! “yanından başkalarını.” 

Sevgilim, uykundan öpüyorum, uykusuzluğumdan öp…

15.04.14 / Onur Budak

14 Şubat 2014 Cuma

Sevgilim Sana Küçük Bir Hediyem Var

"sevgilim sana
küçük bir hediyem var..."

ceplerimde günlerdir biriktirdiğim bir hediye
koyacak yer bulamadım,
çünkü bu ıslak
çünkü bu keskin
bu acı 
bu cam
kan bu...
ellerim diyorum, ellerimin içine koymalıyım ancak...

ellerim... hatırla! 
onlar alışıktı ıslanmaya, gözlerimden akan ırmağı kurutmuşlardı
ellerim diyorum... hatırla!
onlar kesikti hep, bir mektubun kağıt kesiği,
fotoğraf kesiği, söz kesiği, o gecenin kesiği...
ellerimi hatırla!
onlar camdı, neden durduramadılar seni sanıyorsun
dokunsam, tutsam kollarından kesilecektin sen...
sevgilim bak bu ellerim benim, hatırla!
onlar kandı, dikenlerinden tutmuşlardı seni, 
aramızda jilet parçacıklı bir çit vardı, dudaklarına dokunmuşlardı...

"sevgilim sana
küçük bir hediyem var..."

ellerimin içine koymalıyım bu hediyeyi,
peki ellerimi kimin ellerine koymalıyım... 

eski bir plağın içine koyuyorum onları...
plağın ortasında sen varsın, döne döne tavaf ediyorum etrafında
bazen cızırtılı oluyor sesim, 
işte o zaman bil ki ağlıyorum...
bil ki ağlıyorumdur...
bil ki ağlıyorum
dur...

dur sevgilim... 
plağın içinde çalıyor "her aşkın bir şarkısı var" adında bir şey
dur sevgilim, çünkü bizim aşkımızın şarkısı da sessizlikmiş...
öyle heybetliydi ki ismin, 
söyleyebilsem, konuşabilsem, haykırabilsem seni sesimle
bağırabilsem ismini sesimle, belki yer yerinden değil ama
şu tepende uçan martının karnına bıraktığım kalbim yerinden oynardı...
o martıyı öp kanatlarından
ve kır kanatlarını
ehlileştir
şu küçücük dünyada, şu koskoca dünyada 
senden daha güzel bir yere uçamaz o...
o martıyı öp kanatlarından 
bir martıyı öp kanatlarından 
onlar iki canlı artık, karınlarında taşıdıkları kalbime iyi bak...

martılar denizden gelir, ortasından, kaynağından denizlerin...
tüylerini okşa onların bir gece 
bir gece
bir gece
bir gece

hani bazı anlar nabzının atışını hisseder insan
bir gece mesela bir bakmışsın omzunda atıyor nabzın
avuçlarının içinde atıyor
bileklerinde atıyor
dokunup hissetmeye çalışıyorsun
tutamıyorsun...
işte öyleydi seninle aramdaki hisler
şu sessiz, şu solgun, şu ağır nabzım 
dudaklarım dudaklarına değince, 
ağzımın kenarında attı... 
tir tir titredi dişlerim
dişlerim üşüdü

ben 
üşü
düm 
seni 
öptüğümde...

biliyor musun, yatak odaları soğuk olmalıymış insanların...

ben seni ilk öptüğümde
kirpiklerinden öpmüştüm,
gözlerinin ta içinden öpemediğim için.
oysa öpebilsem, canın acımasa, gözlerin yanmasa, 
gözlerin kaçmasa bir felaketin ortasına düşmüş gibi,
içinden öperdim.
içinden öper ve dudaklarımı göğe kaldırır serserice bakışlar atardım
işte o zaman, maviye boyanırdı tüm bu grilik
biraz gloomy sunday dinlerdim, şarkı yaşamak isterdi... 
ben gözlerinin içinden öpebilsem,
şu küçük çocuk aç kalmazdı
sevginin büyüklüğünde küçük bir çocuk kalan ben
aç kalmazdım... 

"sevgilim sana
küçük bir hediyem var..."

ben kırmızı bir kurdele ararken
sen uyuyorsun şimdi...
yatak odan soğuk, 
üzerinde bir erkek sıcaklığı,
ensende nefes alan vahşi bir canavar,
bir akbaba, sevgimizin dağılmış etlerini kemiren...
ben etinden bir parçayı kalbime dokuyup kaçtım kaza yerinden
hiç kimse kemiremez bu küçük aşk parçacığını
arkamda en ufak bir iz bırakmamak için yazıyorum bunları
yağmuru gören kadının, çamaşırları topladığı gibi, 
alelacele topluyorum ne kadar duygu varsa birer birer...

dokuduğum parçanı ve 
kalbimi sana gönderdim bir martıyla, sen bunu bilmiyorsun
sen beni bilmeden öpüyorsun...
diyeceğim o ki,
dediğim o ki, 
sevgilim, öpüp okşadığın ne varsa etrafında, benim ruhum sinecek ona
sen bunu bilmeyeceksin... 

ben
öptüğün
herkes 
olacağım...

ve her şeye rağmen, sevgilim
öyle aşererek baktım ki sana,
öyle iç geçirdim ki,
bir gün bir kızım olduğunda, tıpkı sana benzeyecek.

"sevgilim bir hediyem var sana
küçük"

ellerime koydum, 
ıslak, keskin, acı, cam, kan dolu ellerime koydum...
aç bak içine, 
şairsem biraz; şairliğimi koydum... 

seninle birlikte yaptığım ne varsa, 
hepsini bırakıyorum birer birer... 
adımı bir gün küçük bir kasabanın, merkezi anons sisteminde duyabilirsin.

biraz önce uykudan uyanıp, sesini sadece beş dakika anımsayamadım diye,
ağladım. 
serçe narinliğinde ki başının izi çıkan yastığa sildim gözyaşlarımı,
kalktım. 
bir hediye hazırladım sana: şairliğim. 
akıttığım gözyaşlarımı üzerine serptim. 
ovdum, ovuşturdum dudaklarımı, çıktı izlerin
küçük bir öpücük kondurdum.
şairliğimi yaktım, sana getirdim. 

ii.

alın bu şairliğimi
alın bu şairliğimi,
aşkımızın etini kemiren akbabayla birlikte yiyin şimdi.
çünkü ben yazmaya devam edersem
dudağının kenarındaki et parçasına 
– dudağının kenarındaki et parçası ne güzeldi!
saçlarındaki makas izine
kırılan tırnağına 
gülüşüne
gelişine
gidişine
hiç şüphesiz gidişine
hatta lanet olası gidişine
ve en çok kahretsin ki gidişine
sonra hiç gelmeyişine 
dönüşü değil, gidişi muhteşem olan ayaklarına
elinin değdiği kapımın pervazına 
köşesinde elinin çıktığı fotoğraf karelerine
başını, o minik bir serçe kadar narin başını yasladığın mavi tişörtüme
vesaireye 
vesaireye
ayrı ayrı şiirler yazacağım...

ve,
sahi,
niye?

ben gidiyorum, sevgilim.
sevgilim, 
sevgili,
sevgi,
sev,
bir başkasını.

alın gömün bu şairliğimi 
ben bu hayata çok güzel şiirler yazdım, elbette böyle karşılıksız kalacaktı
kanadını koparttığınız martı tüyleriyle örtün mezarımı
sevgilim, kutlayın ölümümü
kutlayın kürtajla aldığınız şairliğimi
sevgilim, ben gidiyorum
bir alzheimer hastasını utandıracak kadar çabuk unutun beni
hatırlayın, sonra yine unutun bir çin işkencesi gibi
sana getirdiği aşk parçacıklarımızı vahşice kemirin beraber
koyun zafer sarhoşu olacağınız içki masasına şiirlerimi 
koyun rezilce saadetler yaşayacağınız masaya şiirlerimi
koyun ucuz küfürler edeceğiniz masaya şiirlerimi
üzerinden geçin hepsinin
gülün, eğlenin, sevişin, için!

hadi, doğduğun günün gazetesini almıştım sana
hala saklıyorsan o gazete parçasını, 
örtü yapın masanızın altına.

Onur Budak